insan ve yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
insan ve yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

HAYAT VE BEN




Otuzbeşime bastım gecen hafta…
ilk yari bitti: Hayat:1…Ben:0….

Ama belliydi böyle olacağı…
Nicedir başlamıştı belirtiler:

Yolda çocuklar “Amca şu topu atıversene” diye
seslendiklerinde
kuşkulanmıştım ilkin…
Sonra saçlarımdaki beyaz teller tescilledi yarı
yolun ufukta
göründüğünü…

Baktım, lise fotoğraflarım sararmış,
sınıf arkadaşlarım yaşlanmış.
Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur olmuş,
seyahat ve aşk yerine…

Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses
düğmesini kısar olmuşum,
içimdeki uçurtmanın ipini çekercesine…

“Bizim zamanımızda” diye başlayan nutuklar
atmaya başlamışım
mezuniyet törenlerinde-hayret! daha dün
değil miydi
benimkisi?-Yıllar yılı dudak büktüğüm “ölümden sonra hayat”
masallarına kulak
kabartmaya başlamışım
gizliden gizliye…

iple çektiğim Haziranlara sırt çevirmişim.
Yaşamın orta sahasına girmişim..
irkilmişim…
Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar
kollarımdan. Biri
“Daha ne gördün ki” diyor yüzünde papatyalarla;
“Asıl şimdi başlıyor hayat…!
Bundan sonrası rahat!”
Lakin “Buydu görüp göreceğim” diye efkârlanıyor
öteki…

“ikinci yarı geçer hızla/yaşlanırsın zamanla…
“Yaşı genç olanlar 35′e uzak durduklarını
sanarak “sahi oldu mu o
kadar? Hiç göstermiyorsun”
tesellisindeler…
35′le çoktan tanış olanlarsa “hayat hoş geldin”
pankartlarıyla
karşılamadalar…

ilk yarı sadece bir ısınmaymış meğer:
Asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı,
hayatın… kavganın… aşkın…
Bense
şaşkın… devre arası bilançolarındayım.
Son dönemde, kim bilir kaç kez eski anıyı yaralı
ele geçirdim,
belleğimin
derinliklerinde…? Kim bilir
kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken…
ve sustum vicdan
sorgularında…

Aksisedamla
bile dertleşmedim.
Meğer ne yaman serüvenmiş hayat?
Bazen yediveren gülleri gibi bereketli…
Sanki hayat değil, Körfez krizi mübarek: Bir
koyup, beş alıyorsun…
Yaşıyor, seviyor ve seviliyorsun…
Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık… şaşıp
kalıyorsun…

Oysa-herkes bilmezden gelse de- skoru belli
oyunun:
30′larda dedeni ve nineni kaybediyorsun.
40′larında anneni ve babanı…
ve 70′inde kendini….

şimdi devre arası/yolun yarısı…

Bugüne dek ancak tanıştık hayatla…
Ben ona kendimi tanıttım…
O bana kendini…
Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı…
Zaferlerim onlar benim…
Olgunluğumun yapıtaşları…
Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı…

Asansör çıkarken yukarı,dönüp bakmadım aşağı…
Dönmesin diye başım…
Ben istikballe arkadaşım…
Ne var ki her şey yarım…
Hayat da yarım, sevdalar da…
Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin…
ihanetlerin hesabı sorulmadı…

Nazım’ın dediği gibi Kopardım portakalı
dalından Ama kabuğu soyulmadı
Sevdalara doyulmadı…
“Doydum” diyen görmedim ki ben zaten…

Lakin gel de zamana anlat bunu…
Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can
yetiştireceksin… Baktım
ikinci yarı kapıda…
ve hayatın ceza sahası yakın…

Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını.
Acılar, sancılar bir çekmecede, sevdalar
diğerinde…

Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte
sevinçler ve zaferler… Kat kat,
dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi…
Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim
ağzını…


ilk yarı bilançom o benim:
Yangında ilk kurtarılacak…
kazada ilk açılacak…
Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp
bakanlar teşhis koyacaklar
halime…

“çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş
zavallı” diyecekler, ya da
“sebepsiz
alçalmış… Bile bile vurmuş kendini
dağlara…”
Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek
hikayenin…
Kalanı benimle gelecek…
Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem
hatıralarımı…
Reyhanlar saklayacak sırlarımı…

Skoru bir tek Ege’nin suları bilecek…

Denize kavuşabilirse eğer içimdeki nehir…


Hayat:0…Ben:1

CAN DüNDAR

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Yeni yılda yapılacaklar, yapılmayacaklar



Yılların patır patır geçmesi iyi bir şey mi kötü bir şey mi?
Şimdi oturdum yeni yıl günü bunu düşünüyorum.
Hani daha dün "18 yaşıma bir girsem..." girişli hayaller kuruyordum. Geldim kaç yaşına.
18 yaşına girince hayatıma sihirli değnek değmeyecekmiş meğer.

Ah şu pazartesiler, ah şu doğum günleri, ah şu yeni yıllar...
Hepsine dilekler ve de niyetler dikiyoruz.
Sanki onlar bizden bunu istiyorlarmış gibi. Sanki onlar bu yükü sırtlanmaya heveslilermiş gibi.
Hani sanki biz bu niyetlerimizi yerine getirecekmişiz gibi.
Kaç yıldır dile dile bitiremedik. Dilemek güzel de dileklerimizi yoluna koymak için çalışmayı beceremedik.

İşte sorun tam da orada olabilir mi acaba?

Hayatımızda gerçekten olmasını istediklerimiz için pek çaba sarf etmiyor olabilir miyiz acaba?
Ya da istediğimizi sandığımız şeyleri içimizden çok da istemiyor olabilir miyiz?
Ya da ya da şöyle diyeyim; isteklerimizin başımıza geleceğine, güzel şeylerin bizi bulacağına inancımızı kaybetmiş olabilir miyiz?
Hepsi olabiliriz. Hiçbiri olmayabiliriz. Belki de eksik şık olabiliriz.
Ama istemekten ya da istememekten vazgeçemeyiz.
Ve bu kez, yapamadıklarımız için üzülüp, pes etmekten vazgeçebiliriz.

Aslında her gün yeni bir yıl, yeni bir başlangıç değil mi? Olamaz mı?

Mesela 2012'den ben -kendime itiraf etmesem de- bir şeyler bekliyorum.

Şu sigarayı kökünden bıraksam iyi edebilirim.

Gerçekten bu yıl öfkeyi gönlümden söküp atmak ve kapıyı yüzüne kapatmak isterim.

Kalan son üç dört kiloyu da geri almamak üzere verebilirim.

Daha güzel şarkılar yazabilirim.

2011'de okuduğumdan fazla kitap okuyabilirim.

Çok satanlardan değil bana çok dokunanlardan satırlar bulabilirim.

Güneşin doğuşunu görebilirim.

Sadece üzüldüğüm, kırıldığım, köşeye sıkıştığım zamanlarda değil her gün dua edebilirim. Duanın büyüsünü kendime yaşatabilirim.

Çabuk karar vermeyebilirim.

Geç kalmayabilirim.

Korkuya teslim olmayabilirim.

Yardımı elden bırakmayabilirim.

Hissettiğim gibi görünebilirim.

Tam beceremesem de insanları anlamaya çalışabilirim.

Daha çok gezebilirim.

Hani 2012'de insanoğlunun ilerleyeceğini, algısının değişeceğini, arınmaya gideceğini söylüyorlar ya...

İşte ben de tüm bunları kıvırabilirim.

Bak şimdi aklıma geldi; daha çok su içebilirim. Kolayı bırakabilirim.

Sık sık teşekkür edebilirim.

"Hayır" yerine alternatif kelimeler bulabilirim.

Her günümün kıymetini bilebilirim...

Bu liste böyle uzar gider, özetle istersem yapabilirim.

İstersem istediğim her şeyi yapabilirim.

Siz de yapabilirsiniz.

Başımıza iyi şeylerin gelebileceğine inancımız ve kendimize güvenimiz olsun yeter.
Diyorum ki; ben bu yıl 'iyi şeyler'e inanmayı seçebilirim.
Yani diyorum ki; siz de seçebilirsiniz.
Ne dersiniz; belki bu yıl hepsinden daha iyi geçer.
İyi seneler.


ayşe  özyılmazel , SABAH

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Çocukça Aşklar ....




İlkokulu   bitirdikten sonra , Orta 1'de  , öğretmenlerimin önerisi ile eski adıyla Leyl -i Meccani   sonraki adıyla   Parasız yatılı  sınavını kazanıp,  Monaga Lisesinin yatılı kısmında 5  yıl sürecek  olan  yatılı  öğrencilik  hayatım başladı.
Ortaokulu Şehitler Ortaokulunda , Liseyi Monaga Lisesinde okudum.
Saf  köylü  çocuğunun şehiri ilk  tanıdığı   hayatı  burada  başladı  .




3,5 yıl sürecek olan  ilk ergenlik aşkım   burada başlayip bitmişti.
 Funda ,  ben de  onu delicesine  severken , üzerine  gül  koklayıp  başka  bir kıza "arkadaşlık "  teklif etmem  üzerine Okulun merdivenlerinde , lanetler  yağdırarak  beni nasıl da  terketmişti !

Bu olay  ,  aramızda  birbirimize  asla  itiraf edilmemiş 3,5  yıl süren platonik aşkımızın  üstüne  bir  kara bir  kabus gibi  çökmüştü.
Tekrar  barışmamız , o büyük aşkı asla geri  getirmedi.

Funda'ya karşı  bugün  bile  hatırladığımda  yüzümü  kızartan  yanlış ve  çocukça davranışlarım ,  artık  can  çekişen  Leyla ve Mecnun serüvenini yerle  bir  etti.

Ama  doğrusu   karşı tarafa hiç dillendirilmeyen , sadece  karşılıklı hissedilen ve  yaşanılan  bir  aşktı  o.
Delicesine  aşıktık  birbirimize ..

Yatılı kaldığım  pansiyona sadece , gece  yatmak  için  giderdim.
Öğlenci olduğumuz  yıl sabahtan  okula  gidinceye  kadarki zamanlarımız  ve  okul  çıkışlarımız ,  sabahçı  olduğumuzda ise neredeyse öğleden   geceye  kadar ki zamanımız  birlikte geçerdi..
Bazen  evlerinde olurduk  bazen cadde sokak  gezerdik.








O zamanki  genç  mekanlarından  pastaneye  ya da  sinemaya ise hiç  gitmedik Funda  ile ..

Büyük ablası Asude ,   ortanca  kız  Sinem  kendilerinin erkek  arkadaşları ile , bizim de  Funda  ile ne  zaman evleneceğimizi  planlayıp dururlardı..
Biz o sıralarda 14-15 yaşlarında  idik.
Ailesi   o kadar kabullenmişti ki bizim arkadaşlığımızı ,evden  biri  olarak görüyorlardı bu  dağınık leyli  meccani öğrenciyi..




Okul  çıkışında ,  çifte  kumrular  gibi , diğer  çocuklardan ayrı yürürdük    Funda  ile ..

Arkadaşlarımız  laf  atarlardı sağdan soldan ..


"- Sssshttt   Cezmi .. anlayalım yani .. Ne iş ....  ? "

"--Funda  kız ..  sizi  gidi sizi ... yine  birlikte  nereye  böyle ....?" 



Utanırdım : -Boşver  Funda ..   Bakma sen  onlara ... !


******************

O  beni ,  yaptığım  onca yanlış  nedeniyle  terkettikten sonra da sevdi. Tekrar  biraraya  gelmek  için neler  yapmadı ..
Haberler  yolluyordu ..
"-Ne  yapayım .. Hoşlanıyorum  çok  ondan "
Bütün  çağrıları cevapsız  kaldı.   Büyü  bozulmuştu  bir  kere ...




Lise bitinceye  kadar zaman zaman birbirimizle yanyana , yakın yakına  olduk ama  hiç  görüşmedik.

Okulun  basketbol  takımında  önemli  bir turnuvaya çıkmışlardı  Monaga şehrinin o zaman  ki  büyük kapalı spor  salonunda ..
Basketbolu severdim ama  , doğrusu  sırf    o oynadığı   için maçı  izlemeye giderdim ..
Orada  olduğumu  bilirdi.
Kazara  bir basket  attı mı ya ..!
Deymeyin  keyfine ...
Tribünlere  döner  ..Kollarını  havaya  kaldırarak  :
"-İşte  bak ..Gör beni .."    dercesine  bir  hareket  yapardı ..   Salonda  bir  uğultu  yükselirdi:

"-Kasılma be  kızım .. Ne kasılıyorsun .. Alt tarafı  bi  basket  attın .."

Salondakiler nerden  bilecekti  ki  bu  hareketin  kime  yapıldığını..



Benim  gibi saf ,  derbededer   bir  köylü  çocuğunun  nesine aşıktı.. Hala  sorarım  kendime ..
Ama  bilirsiniz , gönül bu  .. Ferman dinler mi ?








*********************



Aradan  neredeyse yarım yüzyıla yakın  bir  zaman  geçti..
İngilizce öğretmeni olduğunu ve   ismini de bildiği bir  okulda  uzun  yıllar  görev  yaptığını  söylemişti  bir  arkadaşım..
Kaç defa  okulun  önünden  geçtim  tanınmadan  onu  bir  kez daha  görebilmek  için .. Ama  onu  hiç  bir  zaman göremedim ..

**********************







Yatılı  okulda  geçen  beş  yılımızı , Ortaokul Lise yıllarımı , o saf ve söylenmeden  yaşanmış çocukça  aşkımızı , zaman zaman  hayal etmeye  çalışırım.
Bir  sis  , bir  perde ....
Anılar  hayal  meyal  , anılar bölük  pörçük ..
Yaşandı  mı  gerçekten .. ?
Yoksa  sadece , uzun bir kış  gecesinin  hüzünlü bir  rüyasından mı  ibaretti ?

Yer  yer silinmiş puslu  bir  film  şeridi gibi ..
Geçip  gitmiş  çocukluk, ergenlik ve  lise  yılları ...

Evlenmiş, ayni kentte yaşamiş . Kötü hastaliktan vefat etmiş 56 yaşinda... 
Şimdi , ne  zaman  bir  yere  giderken  Monaga'dan  geçsem  içimi acıtan  bir sızı belirir  yüreğimde..
Yitip  giden  tekrar yaşanamayacak o   çocukluk  ve  gençlik yılları  için  midir  bu sızı  ,  yarım kalmış bir  aşk  ve sevgili  için midir yoksa , bilemem ..
İki damla  yaş  dökülür gözlerimden ..
İçim acır ...Göğsüm daralır ..
Sessiz sessiz ağlarım..








Nilüfer :   -" Sevmek , eskidenmiş güzelim ..."

***

Neşe KARABÖCEK : Kulakların  çınlasın ...

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Mutlu eş , mutlu hayat




İlk kez bir Amerikalı’dan duymuştum ‘Happy wife, happy life’ tabirini. Market kasasında sıra beklerken yanındaki adama sarılmış kıkır kıkır gülen bir kadınla sarıldığı adama bakarak söylemişti: ‘Mutlu eş, mutlu hayat’ diye. Formül bu kadar basitti. Geçtiğimiz hafta sonu Ayşe Arman’ın psikiyatr doktor Ümit Yazman’la yaptığı röportajı okurken bu tabir aklıma geldi. Yazman, kendi deyişi ile ‘Freud Amca’nın ‘insanın gelişimi’yle ilgili tespitini anlatıyordu. Buna göre bir insanın gelişimi anlatılırken ‘huni’ örneği veriliyordu. Bir huninin tepesinden anneden, babadan, aileden gelen genler, sosyal ve çevresel faktörler akıyor; bunlar karışıyor; bulamaç haline geliyor ve huninin o en dar kısmı her şeyin şekillendiği yer oluyor ki, bu kısma ‘anne-çocuk ilişkisi’ deniyordu.

Yazman, anneliğin ne kadar önemli olduğunu, yerine başka hiçbir şeyin koyulamayacağını bu örneğe gönderme yaparak anlatıyor ve babanın esas görevinin ‘evdeki anneyi mutlu etmek’ olduğunu ifade ediyor. Çünkü anne mutlu olursa, o yuva yürüyor. Mutlu anne, eşini de çocuğunu da mutlu ediyor.

Evdeki anneyi mutlu etmeye çalışmak şöyle dursun, aile içindeki şiddeti önleyebilirsek kar sayacağımız bir memlekette, varın bu annelerin yetiştirmeye çalıştıkları çocukların durumunu bir düşünün. Hayatlarındaki en kritik ilişkiyi böylesine sancılı yaşayan çocukların nasıl bireyler olacağını, bu bireylerin oluşturacağı toplumu tahmin etmek güç olmasa gerek. ‘Mutlu anne, mutlu hayat’ formülü olanca basitliği içinde, toplum olarak bir o kadar uzak bize. Ne mutlu bunu hayata geçirip, tecrübe edebilenlere...
Selcen Doğan Ağakay  sdogan@posta.com.tr

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Türk erkeği doyumsuz

Ayşe ARMAN
aarman@hurriyet.com.tr
29 Ekim 2011

Pelin Batu. Etkileyici . Derin. Bilgili. Merhametli. Adaletli. Esprili. Ve çok güzel. 18. yüzyıldan fırlamış kadar romantik ayrıca.

Her şey hakkında fikir sahibi olan bir dünya vatandaşı. Ben bayıldım. Arkadaş olmak isteyeceğiniz biri. Bir sürü şey öğrenebileceğiniz biri. Ama insanın içini acıtan bir yalnızlığı var. Belki de şair, ondan. Ruhu, sürüye ait değil. Farklı, ayrıksı ve çocuksu. Onu tanımak istedim, beni kırmadı, bir kafede uzun uzun sohbet ettik…

Ne kadar çok kadınla birlikte olursa kendini o kadar erkek hissediyor

- Hayata bir büyükelçinin kızı olarak başlamak nasıl bir şey?

- Şahane! Herkes sana prenses gibi davranıyor. Güzel ülkelerde, güzel rezidanslarda mürebbiyelerle büyüyorsun. Ama aynı zamanda hüzünlü, çünkü bir türlü kök salamıyorsun. Her iki üç senede bir, okul değiştiriyorsun. Ben şu anda dünyanın herhangi bir ülkesine adapte olabiliyorum. Ama nereye aidim bilmiyorum. Hep havadayım.

- Limansız, çapasız…
- Aynen. Eskiden bu kopmalar beni melankoliye iterdi. Şimdi benim gerçeğim oldu. Yakın arkadaşlarımdan biri, Kazakistan’da yaşıyor. Diğeri New York’ta, öbürü Los Angeles’ta…

- Türkiye’de?
- Kardeşim kadar yakın kimse yok. Arda olmasaydı, benim hiç arkadaşım olmayabilirdi çünkü hep onun arkadaşlarını çalıyorum.

- Sende ‘eski kadınlar’ın gizemi, hüzün var...
- Evet ya. Geçenlerde Sinan Çetin’le bir film için görüşmeye gittim. “İki tane rol var. Biri orospu, diğeri hüzünlü, aldatılan bir kadın. İçinden hangisini canlandırmak geliyor?” dedi. “Orospuyu” dedim, “Daha renkli bir rol.” “Evet ama” dedi, “Sende öyle hüzünlü bir hal var ki, galiba aldatılan kadını canlandırsan daha iyi olacak…”

- Hep babasının kızı gibi duruyorsun. Annen peki?
- Annem, medyada olmaktan nefret ediyor, dolayısıyla o yok gibi. Oysa çok yakınız. Günde iki-üç defa arar beni. Hatta geçenlerde bir erkek arkadaşım, sevgilisinden yakınıyordu. “Ayrıldık çünkü zırt pırt annesi arıyordu. Bu kadar da anneci olunmaz ki!” dedi. Hiç sesimi çıkarmadım, çünkü ben de tam öyleyim.

- Baba figürünün bu kadar önde olması, senin diğer erkeklerle ilişkini etkiledi mi?
- Sevgililerimle aramdaki yaş farkı 20 ve üzeri oldu hep. Sence babamı mı arıyordum? Zannetmiyorum. Hepsi okuyan ve yazan adamlar. Hiçbiri manken modelinde erkek değil. Ben oturup konuşabileceğim ve ilham alabileceğim erkekleri severim.

- Ne kadar sürüyor ilişkilerin?
- Bir ya da bir buçuk sene. Sonra hep bir problem çıkıyor. Geçen sene Romalı bir prodüktör, “Sizler de bizim gibi olmaya başladınız. İstanbul’da kadınlar kafelerde ya yalnız başına oturuyor, ya da kadın kadına” dedi. Amerikalı film yapımcısı da “Pelincim senin için üzülüyorum. Yoksa sen de kedileriyle yalnız yaşayan birine mi dönüşeceksin!” dedi. Ben de cevap verdim: “Bir ilişki yaşayacaksam değsin, sevgilim olsun diye kendime sevgili yapacak halim yok!”

- Şimdi sevgilin var mı?
- Yok.

- Türk erkekleriyle ilgili şikayetin var mı?
- Kendileriyle barışık değiller. Hiç beklemediğim erkeklerde de çıkıyor bu. Bir de hakikaten doyumsuzlar.

- Nasıl yani?
- Mesela çok güzel bir kız arkadaşı var, gidiyor aldatıyor. Bu artık aldatmanın ötesinde bir açlık. Sınır tanımayan bir açlık. Aşk doktoru gibi konuşmak istemiyorum ama bu ülkedeki erkek doyumsuzluğunu başka hiç bir yerde görmedim. O kadar kompleksliler ki, sanki ne kadar çok kadınla birlikte olurlarsa, kendilerini o kadar erkek hissedecekler.

- Erkeklerin senden ne şikayeti olabilir peki?
- Kolay bir insan değilim. Her şeyi konuşmak taraftarıyım bir kere. Bir erkek arkadaşım, “Bazı şeyler gizli kalmalı, bazı şeyleri konuşmamak lazım” demişti mesela. Ben aptal Amerikalılar gibi her şeyi masanın üzerine yatıralım isterim.

- Küçümser misin erkekleri farkında olmadan?
- Dışarıdan bakılınca öyle görünüyor olabilir. Ama yaptığımı sanmıyorum.
- Bencil misin?: “Benim dünyam, benim şiirlerim, benim ailem, benim ilgi alanlarım, benim seyahatlerim…”
- Yok ya. Hepsini birlikte yapmak istiyorum. Gezmekse birlikte gezmek. Ama genellikle planları ben yaparım. Üşengeç oldukları için... Biriyle birlikteyken gözüm hiçbir şey görmüyor, çok romantik olabiliyorum. Kardeşim, “19 bile değil 17. yüzyıldan çıkıp gelmiş gibisin” diyor. Doğru, romantiğim. Karşı taraf da benim kadar olmayınca, kendimi sorgulamaya başlıyorum.

- Aşk acısı çekiyor musun?
- Evet. Toparlanmam zaman alıyor.

- Bir erkekte en nefret ettiğin özellik, sonra en sevdiğin özellik?
- Gayri dürüstlük. Bir adamla birlikteyken başka birine aşık olsam, onu kıracağımı bile bile derim ki, “Bana bak böyle bir durum var, bitirmemiz lazım.” Bunu yapmayıp oyalamalara gitmeyi saygısızlık olarak görüyorum.

- Tamam erkekler hatalı ama sende de bir şeyler vardır…
- Amerikan romantik filmleri beni fazla zehirledi galiba, çünkü hep çok fazla şey bekliyorum. Olamayınca bozuluyorum!

- Evde kaldığını düşünüyor musun?
- Evlenmeyi düşünmüyorum ki.

- Baskı var mı...
- Evleneyim diye mi? Yok. Sadece annem son bir-iki yıldır, “Zor durumda olan bir çocuk alalım, ben bakarım merak etme” demeye başladı.

APTAL ROLÜ OYNAMAK

Doktora yeterlilik sınavından çıktım. Bölüm başkanım ve tez danışmanım, “Seninle konuşmak istiyorum” dedi, ofisine gittim. Dedi ki: “Bu ülkede akıllı bir kadın olmak çok tehlikeli. Aptal rolü yapmasını öğrenmen lazım. Bir de insanların düşündüklerini kafaya takmaman.…” İkisini de zaman zaman yapmaya çalışıyorum.

BABAMLA KARDEŞİM SEVGİLİLERİME LAKAP TAKIYOR

- Şu aralar kafanı en çok meşgul eden mesele?
- Ülkedeki kaos içimi burkuyor. 30 yıldır devam eden bir savaşın içindeyiz ve biz burada, çaylarımızı yudumlayıp, “Ne olacak bu memleketin hali?” demekten başka hiçbir şey yapamıyoruz.

- Van’daki birileri için bir şey yapabilsen, ne yapmak isterdin?
- ‘Benim evim, senin evin’ çok güzel bir kampanya aslında. Şahsen, ben yaralar biraz sarıldıktan sonra gidip, orada bir şeyler yapmak isterim. Psikiyatrik yardım hep ikinci plana atılıyor mesela, burada tanıdığım psikiyatrları örgütleyip oraya gelip gitmelerini sağlamak yararlı olabilir.

- Hayatta en çok neden korkuyorsun?
- Hastalıktan. Sevdiklerimi, hastalıkla boğuşurken görmekten. Büyük şehirlerdeki yalnız insanları, cam kenarında oturan ihtiyarları görünce de bir tuhaf oluyorum.

- Pazar rakılarını anlatsana...
- Bu bizim ailenin ritüeli. Pazar günü 12 sularında öğlen rakısı yaparız. Ben de sürekli ailenin dalga konusuyum. Babamla kardeşim bütün erkek arkadaşlarıma lakap takar. Anlayacağın, özel hayatım hep rakı üzerine çerez olmuştur. Bana da söylemezler. Bazen kendi aralarında kıkırdarlarken ağızlarından kaçırıyorlar. Artık ben de gülüyorum.

- Babandan öğrendiğin en önemli şey?
- Sevdiğin şeye tutkuyla sarılmayı babamdan, disiplinli olmayı annemden öğrendim.

- Bu ülkede en sevdiğin şey?
- Dinamizim. Baş döndürüyor ama dinç tutuyor.

- Türk erkeklerini bana nasıl genellersin?
- Kendine güvensiz ve egoist erkek modeli.

- Aşk nedir senin için?
- Klişe cevap: Kendini bırakıp bir olmak. Poetik cevap: Kazıklı humma (tetanoz).
- En çok nerede eğlenirsin?
- Çok sıkıcı bir cevap olacak biliyorum ama gerçekten en mutlu olduğum yerler müzeler. Ayrıca, dans etmeyi, bir şehri sıfırdan keşfetmeyi çok seviyorum.

- En son yazdığın şiir hangi konu hakkında?
- Akşamla ilgili. Kırık sokaklara düşen bulutların tülleri ve Botticelli yüzleri hakkında ama aslında saatleri bir resim olarak görmekle ilgili...
- Mezar taşında ne yazsın istersin...
- Rilke’ninki kadar güzel bir şey bulamazsam, (Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında / hiç kimsenin uykusu olmamanın / sevinci.) sadece doğum/ölüm tarihi.

- İlk ne zaman bir erkekten kazık yedin? Son ne zaman yedin?
- Yedim mi, yemedim mi bilmiyorum ve bu belirsizlik zaten kazığın kendisi.

- Neden Türkçe şiir yazamıyorsun?
- Hep İngiliz okullarına gittim ve yazmayı orada keşfettim. Bazen Türkçe yazıyorum ama çok hoşnut kalmıyorum çünkü özellikle eski Türkçe kelimeleri fetişize ettiğimi, bunları kullanmak için şiir yazdığımı fark ediyorum. Sümbüli günlerde Sergüzeşt gibi...

- Sana “Mesleğin ne?” diye sorulduğunda neden cevap veremiyorsun?
- “Şairim” demek çok fazla, “oyuncuyum” demek de çok eksik kaldığı için.

AYSE ARMAN , HURRİYET

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Abartmayın sadece öldüm .. Ne var Bunda ??


Herkesin kardeşi, ablası, abisi kıymetlidir. Kavga etsen de, küssen de, kardeş bir tanedir, kardeşlik özeldir, bir ağacın dalları gibidir.



Ama kardeşliği, gazeteci Fikret Bile kadar güzel anlatan az bulunur. Abisi Hikmet Bila’nın ölümünün ardından yazdığı yazı hepimizi ağlattı. Soluğu Ankara’da yanında aldım. Onunla, kimselere benzemeyen abisi Hikmet Bila’yı konuştuk. Hikmet Bila, benim için gelmiş geçmiş en güzel yazılardan birini yazmıştı. Nihat Odabaşı’na verdiğim pozlar için her kafadan bir ses çıkarken o, kapı gibi arkamda durdu. “Onun için deli dediler, dolu dediler, uçuk dediler, kaçık dediler ama Ayşe Arman’ın o fotoğraflarla isyanına milyonlar katıldı. Kadınıyla, erkeğiyle çünkü o herkesin bildiği ama kimsenin söylemeye cesaret edemediğini söylüyor, belki herkesin yapmak istediği ama kimsenin cesaret edemediğini yapıyordu…” Bir insan için bundan daha güzel ne yazılabilir. Bugün sizi iki kardeşin hikayesiyle baş başa bırakıyorum

- Hikmet Abi’nizi anlattığınız yazı hepimizi ağlattı…
- Son nefesini vermişti, yüzünü tuttum, daha sıcaktı, dudaklarında o güzel tebessümü vardı. Yazdıklarım, o an aklımdan geçenlerdi…

- Nasıl bir çocukluk sizinki….
- Altı kardeşiz. Dördü erkek, ikisi kız. Zonguldak’ta kömür ocaklarında geçti çocukluğumuz...

- Anne, baba…
- Annem ev hanımıydı, babam maden işçisi. ‘Vadim O Kadar Yeşildi Ki’ romanında anlattığı gibi bir yaşam. Yoksulluk, tek maaş, maden işçilerinin yaşadığı sıkıntılar... Biz tüm bunların ortasında büyüyen afacan çocuklardık. Grizu patlaması, su patlaması ve göçük laflarıyla büyüdük. Ama mutluyduk.

- Hepiniz okudunuz mu?
- Evet. Babam, çocukları okusun diye radikal bir karar vermiş; köyünü, toprağını bırakmış; maden işçisi olmuş. Günde 16 saat çalışırdı, yeter ki çocukları okusun. Epilepsi rahatsızlığı olan abim dışında, hepimiz üniversiteyi bitirdik. Küçücük bir evde altı kardeştik, aynı odada, hatta aynı yatakta yattık…

- Rol modeliniz…
- Hikmet Abim. Nasıl yavrular koklayarak, deneyerek öğrenir; ben de her şeyi ondan öğrendim. Önümde o, yanımda o, arkamda o... O, 17 olana dek evde birlikteydik sonra üniversite okumaya gitti, dört yıl sonra ben de peşinden. Bekar evinde yine birlikteydik.

- Hep mi iyiydi aranız, hiç mi size sırt çevirdiği olmadı mı?
- Asla. O benim öncümdü, yol göstericimdi. Pek çok şeyi ondan devraldım. Çok güzel tel araba yapardı, o artık o işten çekildiğinde mahallede en iyi arabayı ben yapar oldum. Bizim mahallenin futbol takımının kaptanıydı, o ayrıldı aynı takıma ben kaptan oldum. Hikmet Abi’min yaşından büyük bir olgunluğu vardı. Ailedeki kardeşlik havasını çok önemserdi. Ölünceye kadar da bunu gözetti.

- Anladığım kadarıyla çok fedakar…
- Hem nasıl! Kendine asla bir şey almaz, bir yere gidilecekse o vazgeçer. Ailenin diğer üyeleri mutlu olsunlar diye çok özveride bulunan bir kardeşti.

- Üzülür müydünüz bu haline? Hani iyiliğin de bir sınırı olması gerekir ya…
- Hep onu örnek aldığım için, ben de hep onun gibi hissettim. Ona yardımcı oldum. Mesela yılbaşlarında, özel günlerde, harçlıklarımızı birleştirir diğer kardeşlerimize hediye alırdık. Birbirimize alamazdık çünkü paramız o kadarına yetmezdi. İleri yaşlara kadar devam etti bu. Biz hep anladık birbirimizi, konuşmamıza bile gerek yoktu. Hayatta en güvendiğim insandı. Her “İmdat” dediğimde yanımda bitecek insan oydu…

   

“SEN ÖLÜYORSUN - BEN YAŞAMAK İSTİYORUM” ŞEKLİNDE ALGILAMASIN DİYE SİGARAYI BIRAKMADIM

- Kanser nasıl geldi?
- Aileyi üzecek şeyleri herkesten saklardı, bir tek benimle paylaşırdı. Bir sabah telefon etti; “Fikret, herhalde bende bir sağlık sorunu var. Belimdeki ağrı geçmiyor. Doktora gittim, Hacettepe’den Profesör Tunçalp Özgen’e görünmem gerektiğini söyledi” dedi. “Raporları bana fakslasana” dedim. Henüz kanser teşhisi konmamıştı ama bir terslik olduğunu anladım. Hoca raporlara göz attı. Hiç hoşlanmadı. “Hemen getirin abinizi” dedi. Ankara’ya geldi ama yürüyemiyordu, ameliyata girdi, bir daha da İstanbul’a dönemedi.

- Akciğer kanseri mi?
- Evet.

- Sigara?
- Evet.

- Siz de içiyorsunuz…
- Maalesef. “Bırakman lazım” dediler. Ama abimin başına gelenlerden sonra “Sigarayı bıraktım” demek, ayıp olur diye düşündüm.

- Nasıl yani?
- Sıkıntısına ortak olmamışım gibi. Kendimi düşünüyormuşum gibi. O, hastalıkla cebelleşirken, bırakamazdım. Doktorlar artık içmemesinin bir faydası olmadığı söylediler, “Bırakın son günlerini dilediği gibi yaşasın” dediler. Ben de karşına geçip, “Sigarayı bıraktım” demeyi, “Sen ölüyorsun, ben yaşamak istiyorum” şeklinde algılar diye aklımdan bile geçirmedim.

- Beraber gideceksiniz yani ölüme, buna razısınız…
- Elbette, öyle çıktık yola…

- 0 13 ay nasıl geçti?
- Konuşarak. Bazen üzülerek, bazen sevinerek. Bizim eve yakın bir ev tuttum, her gece 4’lere 5’lere kadar yanındaydım.

- Peki ya o son gece?
- Yine yanımdaydım. Konuşmakta, nefes almakta artık zorlanıyordu. Gece bir buçuk, ikiye doğru ayrıldım. Eve gidince hemen uyuyamıyordum, bir şeyler okuyorum filan... Telefon çaldı; “İyi görünmüyor, gel” dediler. Gittiğimde son nefesini yeni vermişti. Sıcaktı. Yüzünü tutum. O her zamanki tebessümü vardı dudaklarında. Hemşire hanım gözlerini kapatmıştı. Sanki o sadece gözlerini yummuş da beni dinliyormuş gibiydi, her zamanki abim işte, ona bakarken bir sürü şey geçti aklımdan, koca bir hayat… “Oğlum, ölümüme çok üzülecek” diye endişe ediyordu. “Beni böyle görmesin” diyordu. Allah’tan kulak asmadım, Baran’ı çağırdım görüştüler, ikisi de çok mutlu oldu. Her konuda anlatamayacağım kadar inceydi, aman kimse üzülmesin! O yüzden her zaman bana, “Sen ağlama Fikret, bizimkiler üzülür, sen sonra ağlarsın” derdi. Annemin ölümünde de öyle dedi, babamın ölümünde de. Her zaman abimin sözünü dinledim. Bu sefer de... Her şeyi onun istediği gibi organize etmeye çalıştım. Korktuğu gibi olmadı yani…

- İçinizi en çok acıtan ne oldu?
- O tebessümü. Olay büyümesin, kimse korkmasın diye sanki şöyle diyordu: “Abartmayın, sadece öldüm işte, ne var!”

- Sizce abiniz en fazla neden zarar gördü? Sigaradan mı?
- Hassasiyetten! Herkesi haddinden fazla anlamaktan! Haksızlığa uğrasa bile, haksızlık yapan kişinin niye haksızlık yaptığı analiz eder, kafasında onun nedenleri bulur, “Demek ki o böyle düşünüyor o yüzden böyle davranıyor” der, onu anlayışla karşılar ve tebessüm ederdi.

- Hayata böyle bakmak onu ölüme taşımış olabilir mi?
- Bence taşıdı. Çünkü sürekli içine atan bir insandı. Herkesin acısını kendi üstlenirdi ve üzerine bir tebessüm çekerdi. Bu da mutlaka bir iç sıkıntı yaratmıştır.

- Siz de mi böylesiniz?
- Kardeşlik, benzerlik demek. Benzerim ben de abime. Bir ağacın dalları gibi kardeşlik. Aynı rüzgardan etkilenirsin, aynı güneşte kavrulursun, aynı karın altında kalırsın. O, benim hayatta ilk omuzdaşlık yaptığım kişi. Sırt sırta verip kavga ettiğim kişi. 

- Siz başkalarına da kaybettiniz hayatınızda…
- Evet ama acı hiçbirine benzemiyor. Büyürken inandığımız bir şey vardı: “Her şeye gücümüz yeter, biz ikimiz her şeyi yapabiliriz!” Annemiz beş yıl felçli şekilde yaşayıp vefat etti, ona çok iyi baktık. Babamız uzun yaşadı, ona da baktık. Sonra hasta abimiz vardı. Biz diyorduk ki, “Onları koruyalım, onların hayatlarını toparlayalım, bize bir şey olmaz!” Üşümeyiz, hasta olmayız, aç kalmayız, zor şartlarda mücadele ederiz. En çok biz ederiz. Ben direnci az olanlardan bir şey gelir zannediyordum. Oralardan bir şey bekliyordum. Mücadele arkadaşımı, dayanışma arkadaşımı kaybedebileceğimi hiç aklıma bile getiremiyordum.

İÇ DÜNYASI DIŞ DÜNYASINDAN BÜYÜKTÜ

- Avucunuzda ölen abinizin yüzü... Aklınızda neler geçiyor?
- Küçükken lanet bir kulak ağrım vardı. Bir gece yine tuttu. Ben sekiz yaşındayım, o 12. Ağlamayı seven bir çocuk değilim ama ağrı da dayanılacak gibi değil. Sessizce Hikmet Abi’mi uyandırdım. Gecenin üçü. Bana baktı ve durumu anladı. Hemen sobayı yaktı. Sıcak iyi geliyor diye duymuş olmalı ki, havlu ısıttı kulağımı dayadı. Bir de ekmek kızartıp içine koydu ki, havlu soğumasın. Beni bir şekilde meşgul etmesi gerektiğini anladı, tahta sandalyelerimiz vardı, karşıma oturdu ve sabaha kadar benimle konuştu. Çok meraklıydım okumaya, öğrenmeye. Bir sürü birbirinden ilginç şey anlattı. Onu dinlerken acımı unuttum…

- Bir de arı kovanı hikayeniz var...
- Ya evet. Abimin yüzündeki tebessüme bakarken, o da geçti aklımdan. Doğal bir ortamda büyüdük biz. Ormanlık bir yerde. Büyük ağaçlar vardı altında top oynadığımız, üzerine çıktığımız. Herhalde birileri, arı kovanını rahatsız etti, bir gün baktık, oradan bölük bölük arı çıkıyor ve bize saldırıyor. Bizim için büyük heyecan. Hemen ağaç dallarını kırdık, arılara savaş aştık. O da ne! Beni ve benim gibi küçük olanları sürekli kovuyor abim, “Gelmeyin!” diyor. Acayip bozuldum. O güne kadar kılıç kalkan oyununda, onun sağ kolu olmuşum, şimdi niye beni istemiyor? Küstüm. Ağzı yüzü şiş eve gelince sebebini anladım. O, her zamanki gibi kendini feda ediyor, beni korumaya çalışıyordu.

- Hikmet Abi’nizin değerinin yeteri kadar anlaşılmadığı düşünüyor musunuz?
- Evet, düşünüyorum. İç dünyası, dış dünyasından büyük biriydi. Olaylara farklı persfektiflerden de bakabildiği için mevki, makam, para bunlardan çok kolay vazgeçebilirdi. Üç dil bilirdi ama lazım olmadıkça çaktırmazdı. Kimseye bildiklerini satmazdı…

- Sizin ondan daha fazla tanınıyor olmanız…
- Bundan gurur duyduğunu düşünüyorum. O benim tarzım bir gazeteci değildi. Gerçekten çok erken olgunlaştı. Öyle haber peşinde çok koşmadı, muhabirlik dönemini çok uzun yaşamadı. Çok düşünce üreten, birikimli biriydi. 20’li yaşlarında köşe yazmaya başladı. Bense haber ağırlıklı çalıştım, çok manşet yaptım. Rekor seviyede manşetim var ama onun gibi köşe yazıları yazamadım. Beni gazeteciliğe yönlendiren de o oldu. Bir gün Altan Öymen arıyor, dergi çıkacaklar; abime iş teklif ediyor... “Ben yoğunum, kardeşim var, onu gönderiyim” diyor. Mesleğe de onun sayesinde başladım.

ABİM DÜNYAYA SOLDAN BAKARDI

En büyük abim uzakta okudu, onun öyle bir özelliği vardı. Ablama gelince, ailenin en büyük kız çocuğuydu. Üç numara, epilepsi hastasıydı, günde üç defa bayılırdı. Çocukluğumdan beri kolonya ve ilaç kokusundan nefret ederim çünkü o koku Mehmet Abi’min bayıldığı anlamına gelirdi. En küçük kardeşimiz de evin hiç büyümeyen meleğiydi. Ama Hikmet Abi’mle benim üzerinde durulmasını geren hiç bir özelliğimiz yoktu. Eksikliğimiz yok, fazlalığımız yok. Altı çocuğun ortasında iki çocuk. Diğerleriyle bir şekilde ilgilenilmesi gerekiyor, o zaman her işi biz yapmalıyız. Abim sadece aileye değil, bütün dünyaya böyle bakardı. Daha çocukken  bile mahallede okumayı bilmeyen amcaları, teyzeleri toplar, okuma yazma öğretirdi…

50 TANE METAL VAR YÜZÜMDE

- Siz de ölümün kıyısına gidip geldiniz…
- Evet. Bu benim ikinci hayatım. 10 gün koma, 40 gün yoğun bakım. O zaman da abim hiç ayrılmamış kapıdan...

- Şu kazayı bir anlatsanıza…
- Mesut Yılmaz başbakan, sene 97, Makedonya seyahati. Mesleğin ortasındayım, her işi heyecanla yapıyorum. Fakat gittiğim yerlerden de özel haber çıkarmak istiyorum. O geziden çıkmıyor, gayet mutsuzuz. Ertesi gün de Manastır’a bir okul açma törenine gideceğiz. Biz gazeteciler küstük, arkada bir minibüse doluştuk. Koruma polisleri geldi, “Başbakan, bakanların arabalarına dağılmanızı istiyor” dedi. Mecburen bize gösterilen araçlara geçtik, yola koyulduk, çok uykusuzduk, uyudum… Gerisini hatırlamıyorum. Çok büyük bir kaza olmuş. 50 gün sonra bilincim yerine geldiğinde, hayatta olduğumu anladım. Ama sadece kafam çalışıyordu. Vücudumun geri kalanını hareket ettiremiyordum. Sol kolum sarılıydı. İki gözüm kapalıydı. Dahası, ağzıma dikiş atmışlardı, konuşamıyordum.

İKİ YILDA BİR YÜZ AMELİYATI

 - Ağzınıza niye dikiş atmışlar?
- Yüz operasyonu yapmışlar. Derken, bir tek sol kolumu hareket ettirebildiğimi fark ettim. Kaldırdım. Elimle, yazma işareti yaptım. Kağıt kalem getirdiler. Bir şeyler yazdım.

- Ne yazdınız?
- “Notlarım nerede?” diye yazmışım. Tam bilinçli değilim tabii, gazeteciyim ya, gezide tuttuğum notları soruyorum. Sonra “Benimle birlikte olan gazeteci arkadaşlar iyi mi?” demişim.

- O dönemi nasıl hatırlıyorsunuz?
- Eğer direnmeseydim, yaşamak istemeseydim ölebilirdim, bunu anladım. Ama ölüm korkunç bir şey değil, bunu da anladım. Kaza ve ameliyatlardan sonra bir de hastane mikrobu kapmışım. O hala sürüyor. İki yılda bir yüzümden ameliyat oluyorum.

- Neden?
- 50 tane metal var yüzümde. Mikrop oralarda odaklanıyor.

- Ne oluyor da anlıyorsunuz, kaşınıyor mu, ağrıyor mu?
- Enfeksiyon başlıyor, iltihap akıyor. Savunma sistemin düştüğünde de hastane mikrobu devreye giriyor. Mesela abim hastayken de ameliyat oldum. Önümüzdeki mayıs tekrar olacağım.

Yüzünüzü açıyorlar her seferinde öyle mi?
- Evet.

- Artık bademcik ameliyatı gibi mi geliyor?
- Biraz öyle. Hocama çok güveniyorum.

- Metaller ağrı yapmıyor mu?
- Bazen, sert bir şey dokunursa ya da vidalara denk gelirse. Bazen da çok fazla aynı yerde yatarsam ağrı yapıyor. Ama tabii ki hiçbir şeyden şikayetçi değilim, iki yılda bir ameliyat olmak da bana koymuyor. Resmen yeniden doğdum, geriye doğru ağlamanın manası yok.


- Aynaya bakınca başka bir yüz gibi mi geliyor size?
- Yok, ben gördüğüm yüzle barışığım. Bu arada, bir gözüm de gitti biliyorsunuz.

- Bir göz gidince hayat başka mı oluyor?
- Evet. Altı ay çaya şeker atamıyorsun. Eskisi gibi merdiven inemiyorsun. Ama sonra ona da alışıyorsun…

- İnsanlar yüzünüz değişince nasıl davrandılar?
- Fiziksel eksikliğimle eğlenenler, e-maille hakaret edenler oldu ama yapacak bir şey yok. Çok dikkate almadım. Ameliyatlar esnasında doktorlara şunu sordum: “İnsanları rahatsız edecek bir görüntüm olmayacak değil mi?” “Hayır” dediler. Bir tek bu beni üzerdi.
- Kazanın rüyalarınıza girdiği oluyor mu? Siz 10 gün bir yere gittiniz, bizden daha fazla şeyler biliyorsunuzdur bilinmeyenlere dair…
- Rüya görmedim. Ama o 10 gün bir çok şey yaşadım. Daha doğrusu yaşadığımı sandım. Kendime gelince bunların hiçbirini yaşamadığımı söylediler. Bilinçaltının bir oyunu galiba. Mesela epileptik abimin bayıldığını gördüm. Annem o zaman hayattaydı, ama onu yan yatakta ölü gördüm. Beni korkutan ne varsa hayatta, sanki gerçek gibi yaşamışım o dönem. Çok sevdiğim şeyleri de gördüm, çay içmek gibi. Ama mesela kız kardeşim herkese çay veriyordu, bir tek bana vermiyordu. Sonra, “Bu gazeteciyi oraya niye soktunuz!” diye bağırıyordu bir hasta yakını. Ben de diyordum ki, “Kusura bakmayın, ben her odada yatabilirim.” Torpil yapmasınlar telaşı içindeyim. Ama zaten torpil filan yokmuş, normal bir odada yatmışım, yoğun bakımda da yedi kişiyle birlikte kalmışız

AYŞE ARMAN , HÜRRİYET

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

BAYRAM SABAHINDA NE YAPACAKSINIZ ?



Evet , Ramazan Bayramı geliyor....
Neler planlıyorsunuz Bayramla ilgili olarak ?
Hayır hayır , bayramda nereye uçacaksınız , hangi tatil beldesine gideceksiniz , onu kastetmedim .......................................................................
Dönün çocukluğunuza , bayram deyince neler hatırlıyorsunuz , bir düşünün ...
Günlerce önceden , ninelerimiz ve dedelerimizce , ev temizliklerine başlar , gelecek akraba eş dost ve ziyaretçilere ikram edilecek yiyecek ve içecekler hazırlanır , torunlara çocuklara verilecek hediye ya da harçlıklar ayarlanırdı değil mi ?
Bizde tatlı bir heyecan , aile büyüklerinde tatlı bir heyecan , arife günü ikindi vakti , bayramın başladığını gösterir toplar atılırdı.
Bilirdik ki bayram başlamıştır.
Ben en çok neyi beklerdim bayramlarda bilir misiniz ?
Babaannemin her bayram yaptığı işkembe dolmasını....
Cebimize konulan harçlıkları....
Yılda kaç kere elbise alınırdı , yılda kaç kere ayakkabı alınırdı ?

Çoğunluğu yeni giysilerimizin , ilk defa bayram sabahlarında giyilirdi.

Arefe günü ,babacığımla kabristana giderdik..
Babamın babaannesi , Huma Nine , eski aile büyüklerinin kabirlerine gidilirdi. Eski ve yeni yazı ile yazılmış mezarların başlarında durup , yüzümüz mezar taşı yönüne bakacak şekilde , üç kulhüvalla bir elham okurduk.. Ninemizin ruhuna ulaşsın derdik. İçimiz serinlerdi bu ziyaretlerden.. Görüşmüş gibi hissederdik kendimizi onlarla...
Bayram namazına babamla giderdik. Hoca , bayram konuşmasını tekbirler arasında yapar , tekbirlerin uyandırdığı o ulvi duygular , çocuk kalbimizi sızlatırdı..
"- Allahüekber Allahüekber , La İlahe illallahü Allahüekber , Allahükber ve lillahil hamd"

Tekbirler devam eder giderdi içimizde yankılanarak....




Daha sonra Aile büyüklerimiz ziyaret edilirdi sırasıyla . Biraz uzakta olanlar ancak bayramlarda ziyaret edilebiliyordu. Karadayı , babamın dayısı nasıl bir yaman adamdı ..... Babamı çok severdi.. Ziyaretini hiç aksatmazdık bayramlarda...
Birbiri ile bağları böylece sıcak kalırdı aile çevresinde yeni yetişen çocukların da .. Akraba , aile büyüğü ve eş dost ile bağlar böylece kopmamış olurdu..

Geçen yıl , internette tanıştığımız Meksikalı bir dostum ile konuşuyorduk.. Eşim ve çocukların , bayram nedeniyle aile büyüklerini ziyarete gittiklerini anlatmıştım ona...
Hemen sormuştu ..
- Bu dini bir bayram değil mi ?
-Evet...
-Peki , ne yaparsınız sizler bu dini bayramlarda..
- Canım dedim ya .. Olabildiğince birbirimizi ziyaret eder , ikramlarda bulunuruz ..
- Tamam , onu anladım da... Bunu bir bayram haline getiren nedir ? Diğer zamanlardan farklı olarak , bu özel güne mahsus geleneksel bir şeyleriniz olmalı , buna bayram demeyi sağlayan..
O güne özgü davranışlar , ne bileyim yemekler , aktiviteler...

Cevap vermekte çok zorluk çektiğimi hatırlıyorum.. Eski bayramları anlatmaya çalıştım ona...

Biz artık bayramlarda büyüklerimizi ziyaret etmeyi terkettik diyemedim..

Benim çocuğum pek çok akrabasını ve onların pek çok çocuklarının çoğunu tanımıyor diyemedim...

Biz artık bayramlarda , bizi kimsenin rahatsız etmeyeceği ,uzak sahillerde otel ya da motellere kaçıyor , mümkünse kimseyle görüşmeden kafa dinliyoruz diyemedim..

Ramazan davulcusu , artık mahallelerin geleneği değil , istenmeyen , 3-5 lira bahşişi verilmemek için kapılardan kovulan adamdır , artık ramazan davulcusuna da , ramazan manilerine de yabancıdır , ninelerinin ninnilerinden de yoksundur çocuklarımızın kulakları diyemedim..

Artık , akrabaların bayram ziyaretlerinin yerini , cep telefonlarına gelen o basmakalıp , samimiyetten uzak bayram mesajları aldı diyemedim..

Kent şekerlemelerinin reklamları çıkıyor son yıllarda bayram öncesi günlerde TV lerde ....
İki yaşlı karıkocanın , kapının her tıklamasında çocuklarının el öpmeye geldiğini sanmaları , sonra da derin bir üzüntü içinde , birbirlerine sarılıp teselli vermeye çalışmaları , nasıl da taaa yüreğimizin derinliklerini dağlamıştır her izleyişimizde...!

                                    Aleysan3--)yayim.meb.gov.tr>




Yoksulları , gerçekten maddi yardıma muhtaç olup kimseye el avuç açamayanları bulabilmek , onları deşifre etmeden , onları utandırmadan bir yardımda bulunmak , ve bayram öncesi , birilerini mutlu etmenin , bir iyilik yapmanın, kimsesiz bir kaç yaşlı komşumuzu ziyaret etmenin sıcacık hazzını duymak ne güzel bir duygudur ...!

Ne kadar çok şey yitirmişiz aslında değil mi ? Kültürden , gelenekten ne kadar kopmuş ve uzaklaşmışız .... Değerlerimizi nasıl da hoyratça ayaklar altına almışız...

Aranmayan anne babalar , nineler dedeler , amcalar halalar , teyzeler , kardeşler......

Bunlarsız bayram olur mu ?

Teknolojik zirveye giden her adım , bizi toplumsal ve insani değerlerden uzaklaştırıp , birbirinden kopuk bireyler olarak tek başımıza mı bırakıyor dünyanın üzerinde ?
Ayni sokağı , ayni caddeyi ayni beldeyi paylaştığımız komşuya , hemşehriye yabancı.....
Merhabasız , gülümsemesiz , selamsız .........................
...........................................................................

Ben yine diyorum ki ....

Bayram sabahında ne yapacağınızı planladınız mı ?

Bayram sabahında ne yapacaksınız ?


 
Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

STANFORD ÜNİVERSİTESİ NİN ÖYKÜSÜ

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harward gibi üniversitede ne işleri olabilirdi ? Adam yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.
Yaşlı kadın çekingen bir tavırla,"Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.
Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter dayanamayarak yerinden kalktı.
"Sadece birkaç dakika görüşseniz. Yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu. Genç rektör isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterinin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek !.. Olacak şey miydi bu ?
Suratı asılmış sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harward`da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi.
Oğulları burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle,
"Biz Harward`da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..." "Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil... Belki Harward`a bir bina yaptırabiliriz".
Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak,
"Bina mı ?" diyerek tekrarladı,
"Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz ? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaktan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın sessizce kocasına döndü. "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş ? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde ?" Rektörün yüzü karmakarışıktı.
Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California`ya, Palo Alto`ya geldiler. Ve Harward`ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika`nın en önemli üniversitelerinden birini... STANFORD`u...

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

"eski sevgilime kapak olsun" diyen fulya



erkek arkadaşı mert, fulya2 yı en yakın kız arkadaşı beğüm İle aldatınca, fulya İntikamını böyle aldı!!!

( Gerçi bunun Gitti gidiyor " alışveriş sitesinin gizli reklam kampanyası olduğu çıktı ortaya ,ama komik yine de ,değil mi? )
 izlesene
Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Türk sağlamcı, İngiliz cimri, Alman kaliteci

Şebnem Turhan'ın haberi
Yaşanan ekonomik kriz biraz heves kırsa da giyim alışverişi sevdası tükenmiyor.
. Ayda en az bir kere çıkılan giyim alışverişini tüketicilerin yüzde 70’i aşkla seviyor. Ancak bu aşkın kriterleri ülkeden ülkeye değişiyor. Kolombiyalı kotta lider Global Lifestyle Monitor şirketinin yaptığı araştırmaya göre tüketicinin alışveriş alışkanlıklarında yavaş yavaş krizin etkisi atıldı. Öyle ki hemen hemen tüm ülkelerde tüketicilerin en az yüzde 10’u geçen yıla göre daha fazla alışveriş yapmayı planlıyor. Geçen yıl ile aynı oranda yapmayı planlayanların oranı ise yüzde 50’nin altına düşmüyor.

Her ülkenin tüketicisi takıntısı ise farklı. Yerel perakendesi gelişmiş ülkelerde bağımsız mağazalardan alışveriş öne çıkarken zincir mağazalara teslim olmuş ülkeler de var. Türk, İtalyan ve Kolombiyalı tüketici kıyafet alırken daha çok bağımsız mağazaları tercih ederken İngiliz ve Brezilyalılar ise zincir mağazalara gidiyor. Almanlar ise özel mağaza tercihleriyle farklılaşıyor.

Dünyada en fazla kot pantolona sahip olan tüketiciler ise Kolombiyalılar. Kolombiyalıların ortalama 9 tane kot pantolonu var. Dünya ikincisi ise Almanlar. Almanlar kişi başına 8, İngiliz ve Brezilyalı 7, İtalyan 6 kota sahip. Dünya ortalaması ise 6. Türkler kişi başına 5 kot pantolon ile dünya ortalamasının altında.

Ülkelerin alışveriş trentleri

Türkiye

Dünyada en sık alışverişe çıkanlar Türkler. Tüketicilerin yüzde 55’i ayda en az bir kez giyim alışverişine çıkıyor. Ve yüzde 74’ü bunu sadece sevdiği için yapıyor. Genç tüketicinin ise yüzde 63’ü ayda bir kez alışverişe çıkıyor. Tüketicilerin yüzde 60’ı geçen yıla göre aynı, yüzde 16’sı fazla yüzde 24’ü ise az alışveriş yapmayı planlıyor. Daha fazla alışveriş yapacağını söyleyen gençlerin oranı yaşlıların iki katı.

İtalya Moda trendlerini takip eden İtalyanlar alışveriş tutkunu. İtalyanların yüzde 77’si giyim alışverişi yapmayı seviyor. Yüzde 57’si geçen yıla göre aynı oranda alışveriş yapmayı yüzde 11’i ise arttırmayı planlıyor. İtalyan tüketicilerin alışveriş yapmaları daha fazla harcadıkları anlamına gelmiyor. İtalyanlar 2008’de üç ayda ortalama 285 euroyu kıyafete harcarken 2010’da sadece 250 euro harcadı.

Almanya Almanların yüzde 67’si aynı yüzde 15’i daha fazla alışveriş yapmayı planlıyor. Sadece alışveriş hissine yenik düşerek giysi alan Almanların oranı ise yüzde 63. Yüzde 85’inin en sevdiği kıyafet ise kot.

İngiltere Genç İngilizler daha iyi kalite için fiyattan ödün verirken yaşlı İngilizler daha ucuz mal için kaliteden ödün vermeyi tercih ediyor. İngiliz kadınları ise kot elbise ve kot etekleri ile dünyada birinci sırada.

Kolombiya Kolombiyalı tüketicinin kıyafet alırken ilk baktığı tarz. Kolombiyalı tüketicinin yüzde 79’u sevdiği ya da keyif için giyim alışverişine çıkıyor. Tüketicinin yüzde 66’sı iyi kalite için fazla ödemeye razı.

Brezilya Brezilyalı tüketicinin yüzde 82’si sevdiği için ayda en az bir kere alışverişe çıkıyor. Uzun uzun mağaza dolaşıp en iyisini en doğru fiyata almayı hedefleyen Brezilyalı’nın hassas noktası ise kalite.

RADİKAL den alıntı

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Bkz : Yıllarca boşuna tırsmak




Evlendin kızım Ayşe, farkında mısın? Alooo...

Yooo değilim.

Bence silkelen ve kendine gel.

O niye? Sen kimsin? O ne?
Ne olacak, evlilik işte.

Parmağında yüzükler kolunda bilezikler, oy oy Eminem.

Yıllarca yusuf yusuf kaçtın, tırsmalara, hadiseyi duyunca tutan mide bulantılarına doyamadın da ne oldu? Al işte, yıldırım gibi düştü sana evlilik.

Kocan var kocaaaan!

LOKUMMUŞ BE!


Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik tutmazsa görürsün.

Git, üç çeşit yemek pişir. Akşama teyzengiller gelecek. O poponun az altındaki şortu da at artık. Çocuk mağazasından mı aldın zilli?

Biraz elini eteğini çek bakayım.
Sosyalleşme, bakla ayıkla.

Bana bak, kocadır bu koca. Evin direğidir, öyle her halta nane olma devri bitmiştir.
Deme canım. Ciddi misin?

İşte tüm bu şapşal fikirlerden boşu boşuna üç buçuk atmışım ben.

Yahu ne kıyak, ne gönül ferahlığı bir olaymış bu evlilik be.
32 yaşıma kadar kendimi çitleyeceğime, hatta çitileyeceğime evlenseymişim keşke.

Vallahi de billahi de yok öyle kurallar falan. Hepsi sana, size, nasıl bir ilişki istediğinize bağlıymış işte.
Lokummuş be!

Allah şu yersiz korkularımı davul etsin be!

Sorarsanız "Evlilik niye lokummuş, hele anlat bakalım Ayşekız" diye (Ba ba baaa kendine isim takmalar falan, üç gram aklım vardı, o da mı gitti?) anlatayım.

Bir kere şu ömür törpüsü "Benim aşk hayatım ne olacak?" sorunsalı sona eriyor. 'Aradı-aramadı', 'Yetişin kızlaaar, benimki geldi-gelmedi' saçmalıkları hayatından toz oluyor.

Sıkıysa aramasın, akşam eve gelmesin derrrmişimm. Neyyseee ve de niyeyse devam...

KESİN EVDE KALACAK...
Sonracığıma salak salak telefon başında tırnak yemeler, mavi boncukçu hıyarları beklemeler, gece gece elin bitlisinin yüzünden uyku kaçmaları, falcılarda turlamalar, "Ulan bu pis bana bir kelek yapacak ama ne?" endişesiyle duvara yakın yürümeler falan kalmıyor.
Üç kere olleyyy.

E hal böyleyken "Mutluluğu yakalayacağım anasını satayım, benim şu uyuz kadından ne eksiğim var?" çile bülbülüm çile hissiyatı da üzerinden gidiyor. Oooh!

Annenin, teyzelerin, evli kız arkadaşlarının sanki ölüm kalım meselesiymiş gibi "Bu kız kesin evde kalacak" endişesiyle seni süzmelerine de bye bye.

Evliyken gittiğin yerlerin bile tadı başka çıkıyor şekerim ('Şekerim' miii? Kendime bağlansam neler yazacağım da)...

Yani yediğini, içtiğini, gezdiğini, gördüğünü falan anlıyorsun.
Eskiden gerizekalı değildik elbet ama kız dünyası böyle işte...

Sen istesen de istemesen de kodluyorlar; koca buuul, koca buuul, doğuuur, kadın oool.
Eşini bulamayana huzur vermiyorlar.

SATTIN BİZİ AYŞE!

Sende de devamlı radarlarını açman gerekiyormuş hissi fır dönüyor.
Fonda bitmek bilmeyen bir eksiklik senfonisi eşliğinde tabii.
Ayyy neyse, ne diyordum ya da ne saçmalıyordum?

Hah!
Yahu hakikaten mismiş evlilik, mis.
Yaşa evlilik be! Şak şak şak şak ayakta alkışlarım ben seni be.
Bkz: Yazarınızın çığırından çıkması, abartmayı hiç sevmemesi...

Az sonra "Üç çocuk yapılacaaak, o kadar!" demeçler miyim acaba?
Biraz ayar, biraz kıvam be kuzum.

Ama ne yapayım, yıllarca evlilerden ve evlilik güzellemelerinden çok çekmişim. Şimdi rot-balans gitti tabii.
İşin gırgırı ve damarlarımdaki Pollyanna fazlasından beynimin sulanması bir yana, gönlüne göre sevgili bulana evlilik olayını şiddetle tavsiye ediyorum, şuracıktan.

Bu arada tüm kız arkadaşlarıma ant içmek durumundayım, yoksa ellerinde 'Sattın bizi Ayşe' pankartlarıyla Çin'e kadar koşacaklar. Şoka girdiler kuzularım.
Hazır ayaktayken onu da halledeyim de ortalık karışmasın.

**

Kız arkadaşlarıma ant!

Ey kız arkadaşlarım, canım kankalarım, yoldaşlarım, kanımı yerde bırakmayanlarım...
Evlendim diye size o tiksindiğimiz, gıcık ve çokbilmiş evli kadın havalarından atmayacağıma (zaten kafamı kırarsınız)...
Erkek arkadaşlarınızla yaşadıklarınızı "Şekerim bir kanepe gördüm böyle beyazdı, alsam mı?" saçmalıklarıyla bölmeyeceğime...
Bekar kız hayatınızı asla ve asla kınamayacağıma...

SİZİ SATMAYACAĞIM!
"Ay benceeaaa artık evlensenizeeeaa" işkencesini size çektirmeyeceğime (belki birazcık yapabilirim ama birazcık. Ya n'olur yaaa)...
Kendime yeni ve de evli çiftlerden arkadaş grupları kurup sizi satmayacağıma... "Akşama bezelye-pilav pişirdim.
Şimdi önce ben havuçları küp küp kesiyoruum, sonra..." kıvamında bugüne kadar Ayşe mönüsünde bulunmayan altın günü muhabbetlerine dalmayacağıma...

BAĞLANTIDA KALACAĞIM
Kız gecelerine, kız yemeklerine, kız toplantılarına son vermeyeceğime...
Pilates sertifikası almaya kalkmayacağıma...
Her ne olursa olsun 7/24 bağlantıda kalacağıma...
Sizin her zaman eski Ayşe'niz olacağıma ant içerim!!!!
Yalnız şu bekar kız dünyasını ve gecelere gecelere akmaları biraz kesseniz fena olmayacak hani.
Şaka şaka!


                                               resimler : SABAH/Yaşam 

Ayşe ÖZYILMAZEL

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

EKSİDESİN DOSTUM .....





"Ben, ben, ben yine ben, hep ben" dediğin zaman.

O son model şahane arabanla altın kolyeni takmak suretiyle patinaj çektiğin zaman.

Car car car önüne geleni yerli yersiz eleştirdiğin zaman.

Kendini övmelere doyamadığın zaman.

Sana gelen tebrik tweetlerini Retweetleme hastalığına tutulduğun zaman.

Başkasının başarısının senin sayende olduğunu savunmaya kalktığın zaman.



Kendinle dalga geçmeyi beceremediğin zaman.

Parmağındaki tek taşı çevredeki tüm kadınların gözüne gözüne sokmaya çalıştığın zaman.

Cep telefonunu elinden düşürmeyerek karşındakini saksı yerine koyduğun zaman.

Hizmet sektöründe çalışanlara "Ben Hürrem Sultanım" edasıyla davrandığın zaman.

Memelerini, bacağını, sırtını aynı anda dekolteler içinde sergilediğin zaman.

Kendi fotoğrafını bilgisayarının duvar kâğıdı yaptığın zaman.


Teşekkürü çok gördüğün zaman.

Rakibini karalayarak oy toplamaya çalıştığın zaman.

Tutamayacağın sözleri verdiğin zaman.

Başkası gibi olmaya özendiğin zaman.

Farkındalığını yitirdiğin zaman.

Aklın, vizyonun, içgörün, üzüntün, kederin, sevincin İstanbul'un sosyetik bölgeleri içinde can çekişip durduğu zaman.

İki kitap okuduğun için hayatın sırrını çözdüğünü düşündüğün zaman.

Cihangir kafelerinde sabahtan akşama içip, ona buna sallamaktan başka bir işe yaramadığın halde adam olduğunu sandığın zaman.

Kavga ederken karşındakine "Sen kimsin lenn!" çıkışında bulunduğun zaman.

Valla da billa da sekside değil eksidesin. Boşuna uğraşma, kendini kasma, çabalama, tepişme diye söylüyorum yani.

Tabii yine de sen bilirsin.
Sekside değil eksidesin .

Bizim Ayşekız demedi demezsin.



Ekside değil seksidesin :


EY sen güzel kardeşim;

"Bilmiyorum" demekten gocunmadığın zaman.

İcabında egonu rafa kaldırıp özür dilemekten çekinmediğin zaman.

İkoncan olma telaşına girmediğin zaman.

Gülümsediğin zaman.

Daima yolun başında olduğuna inandığın zaman.

El âlem ne der endişesi taşımadan kendin olabildiğin zaman.

Sahicilikten korkmadığın zaman.

Korktuğunu kabullenmekten utanmadığın zaman.

Yeri geldiğinde kendinden cayabildiğin zaman.

Yarattığın zaman.

Teslim olabildiğin zaman.

Toplumunkilere değil kendi kurallarına uyduğun zaman.

Nefsinin kurbanı olmama işini kıvırabildiğin zaman.

Başlamaya, denemeye ve yenilenmeye elini korkak alıştırmadığın zaman.

Karşındakinin gözünün içine bakabildiğin zaman.


"Hayır" demenin kanatlarıyla uçabildiğin zaman.

Gönülden tebrik etmeyi mutluluk hesabına koyduğun zaman.

Fikrinle zikrin uyumlandığı zaman.

Pişmanlığın yolundaki en önemli taşlardan biri olduğunu idrak ettiğin zaman.

Türbanla şarap içen kadını düşlemenin "modernlik" olmadığını ve "Vayy be hayale bak" kıvamına çekilmeye değer olmayacağını anlayabildiğin zaman.

Ya da şöyle diyeyim; İşin gerçeğini, özünü, asıl sözünü ıskalamadığın zaman.

Tribünlere oynamaya gerek görmediğin zaman.

Kral insansın ve kim ne derse desin, kaç bedensen bedensin, ne giyersen giyersin, bil ki sen ekside değil son derece seksidesin.

Bütün alkışlar sana gelsin.

İyisin iyisiiin.

AYŞE ÖZYILMAZEL


Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Şizofrenik aşklar




Adam 31 kız 19 yaşında..
Tam beş yıldır birliktelermiş ve kızın ailesinin de bundan haberi varmış!
Yani ilişki başladığında 15 yaşındaki kızları 26 yaşındaki adamla beraber. ....


Neyse sonunda kız tarafı ilişkiyi bitirmek istemiş ama şizofrenik bir aşk yaşayan adam bunu kabul etmeyip kızın peşini bırakmamış.

Sonuç: İki sevgili birbirlerini bıçakla delik deşik ede ede öldürmüş!

Aşkın bu şizofren halinden hep korkarım.

Allah bu manyaklara düşürmesin.

Ve bu konuda, yani takıntılı aşklar ve aşıklar konusunda sözü uzmanına bırakmak istiyorum.
Uzman psikolog Şirin Hacıömeroğlu görüşleri şöyle:

- Takıntılı aşk kavramına aynı zamanda takıntılı aşk, aşk bağımlılığı ya da ilişki bağımlılığı da diyebiliriz.
Tanım olarak takıntılı aşk; kişinin gerçek ya da ulaşılamayan (platonik) bir aşkı takıntı haline getirip bütün benliğini ona adaması, hayatını ona göre yönlendirmesi, çok yoğun duygular yaşaması fakat bu aşkın gitgide kişinin kendisine ve çevresindeki insanlara zarar vermeye başlaması, kişinin günlük hayattaki işlevselliğini azaltmasıdır.
- Takıntılı şık yalnızca şık olduğu kişinin onu mutlu ve tatmin edebileceğine inanır, onsuz bir hiç olduğunu düşünür ve kişi kendisi mutsuzken şık olduğu kişinin de mutlu olmasını istemez. Aslında kişi kafasında bir illüzyon oluşturmuş ve şık olduğu kişi için oluşturduğu anlama şık olmuştur.
- Takıntı sınırları aştığında tehlikeli sonuçlar da doğurabilir; şık olunan kişiyi takip etme, şiddet uygulama, taciz, tecavüz, cinayet, kişinin intihar etmesi gibi... (Bu olayda tam olarak yaşanan bu işte!)
- Takıntılı aşkın en önemli tetikleyicisinin kişinin şık olduğu kişi tarafından reddedilmesi olduğu düşünülmektedir. Fiziksel veya duygusal yönden reddedilen kişi devamlı kendini kabul ettirmek ve erişebilmek için çabalamaktadır.
- Takıntılı aşkın ortaya çıkmasında çeşitli sebepler olduğu düşünülmektedir. Çocuklukta yaşanmış ve çocuğun derin bir değersizlik hissetmesine neden olan olaylar, travmalar da ileride takıntılı aşk oluşturmasına neden olmaktadır.
- Takıntılı aşıklarda genelde depresyon, davranış bozukluğu, bağımlı kişilik özellikleri, kaygı bozukluğu, takıntılı kişilik yapısı, bilişsel çarpıtmalar (olayları olduğundan farklı algılama, değerlendirme ve yorumlama eğilimi), takıntılı aşk ile tetiklenmiş psikiyatrik hastalıklar (örneğin şizofreni), madde bağımlılığı ve düşük hayat işlevselliği sıkça görülmektedir. Bu tür psikolojik problemlerle karşı karşıya kalan kişilerin, uzman desteği almaları gerekir.

ÖNCEL ÖZİÇER , YENİ ASIR

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

TANRIM BENİ YAVAŞLAT.......



Tanrım...!

Beni yavaşlat, Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir.

Zamanin sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele.

Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver.

Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği,
belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka , götür.

Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol.

Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret;

Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı,

Güzel bir köpek ya da
kediyi okşamak için durmayı,

güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,
balık avlayabilmeyi,

hülyalara dalabilmeyi öğret.

Hergün bana kaplumbağa ve tavşanin masalını hatırlat.
Hatırlat ki, yarışı her
zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda
hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim.


Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır.


Beni yavaşlat Tanrım ,

ve köklerimi yaşam toprağının
kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.

Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve
>daha sağlıklı olarak yükseleyim.

Ve hepsinden önemlisi.....

Tanrım, Bana değiştirebileceğim şeyleri
değiştirmek için CESARET, Değiştiremeyeceğim şeyleri
kabul etmek için SABIR, ikisi arasındaki farkı bilmek için AKIL
ver.



( Bu yazının
milattan 2000 yıl önce HİTİTLERE ait kalıntılar içerisinde bulunan
bir duvar yazısına ait olduğu iddia edilmektedir.)
..............................................

BİRİNCİ YAZI BÖYLE ....

İKİNCİ YAZIDA ,EFLATUN DİYOR Kİ :

Eflatun'a iki soru sormuşlar ...

Birincisi ;

-"insanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir? "

EFLATUN tek tek sıralamış :

- Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele
ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler...

- Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama
sağlıklarını geri almak için de para öderler...

- Yarından endişe ederken bugünü unuturlar.
Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar...

- Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar.
Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler...

Sıra gelmiş ikinci soruya ;

"Peki sen ne öneriyorsun?"

-Bilge yine sıralamış ;
- Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın!
Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi
"sevilmeye" bırakmaktır ...
- Önemli olan; hayatta "en çok şeye sahip olmak"
değil, "en az şeye ihtiyaç duymaktır". ""

(Teşekkürler Banu Hanım....)

Ruhlarınıza fırsat tanıyın



Devamını Okumak İçin Tıklayın..!
Web Analytics