DOSTLUĞUN VE SEVGİNİN GÜCÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DOSTLUĞUN VE SEVGİNİN GÜCÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

NASİHAT


Alemi sen kendinin kulu kölesi sanma ...

Sen Hakk için alemin kölesi ol , kulu ol ....


Nefsin hevası ile mağrur olup aldanma

Yüzüne bassın kadem , her ayağın yolu ol .....


Garazsız , hem ivazsız , hizmet et her canlıya

Kimsesizin , düşkünün , ayağı ol , eli ol.....


Allah için herkese hürmet et de sev , sevil

Her göze diken olma , sümbülü ol , gülü ol ......


İncitme sen kimseyi , kimseye incinme hem ,

Güleryüzlü , tatlı dil , her ağızın balı ol .....


Nefsine yan çıkıp ta , Ka'be yi yıksan bile

İncitme , gönül yıkma ; ger uslu , ger deli ol.....


Güneş gibi şefkatli ,yer gibi tevazulu ,

Su gibi sehavetli , merhametle dolu ol ....


Gökçek gerek dervişin sanı yoksula , baya ;

Suçluların suçundan geçip hoşgörülü ol....


Varlığından boşal kim , yokluğa erişesin ;

Sözünü söyle gerçek HULUSİ' nin dili ol....






Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?


Okuma ve öğrenme zorluğu çeken çocuklara özel eğitim veren bir okul icin bağıs toplama yemeğinde, çocuklardan birisinin babası katılımcılar tarafından asla unutulmayacak bir konuşma yaptı.

Okula kendini adamış öğretmenleri kutladıktan sonra şöyle bir soru sordu:

'Dışardaki etkenler tarafından etkilenmedikçe doğa herşeyi mükemmel bir şekil ve sırada yapıyor. Ama yine de oğlum Shay, diğer çocukların öğrendikleri gibi öğrenemiyor. Diğer çocukların anlayabildikleri gibi anlayamıyor. Oğlumda doğal olmasıgereken şeyler nerede?


'Bu soru karşısında dinleyiciler sessiz kaldılar..

Baba devam etti.

'Ben inanıyorum ki, dünyaya fiziksel ve zeka engelli Shay gibi bir çocuk geldiğinde, gerçek insan doğası kendini gösterme fırsatını buluyor ve bu da insanların o çocuğa davranış şekillerinde kendini gösteriyor.'Ve sonra aşağıdaki hikayeyi anlatmaya başladı:
Shay ve babası bir gün parkta Shayin tanıdığı birkaç çocuğun baseball oynadıklarını gördüler.
Shay sordu,
'Acaba oynamama izin verirler mi?
'Shay'in babası çoğu çocuğun Shay gibi bir çocuğun takımlarında oynamasını istemeyeceklerini ama aynı zamanda eğer oğluna izin verirlerse oğlunun o çok ihtiyacını duyduğu, engellerine rağmen başkaları tarafından kabul edilmenin özgüveni ve sahiplenme duygusunu vereceğini de biliyordu.
Shay'in babası çocuklardan birinin yanına yaklaştı ve (fazla birşey
beklemeyerek) Shay in oynayıp oynayamayacağını sordu.
Çocuk şöyle danışabileceği birilerine baktı ve sonra
'Şu anda 6 sayı gerideyiz ve oyun sekizinci turunda. Herhalde takıma girebilir ben de onu dokuzuncu turda vurucu olarak sokmaya çalışırım' dedi.
Shay büyük bir gayretle takımın yanına gitti ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile takım t-shirtini giydi.
Babası gözünde yaş, kalbi sıcak duygularla dolu onu izledi. Çocuklar oğlunun kabul edilmesinden dolayı babanın mutluluğunu gördüler. Sekizinci turun sonunda Shay'in takımı birkaç puan kazandı ama hala 3 sayı gerideydi.
Dokuzuncu turun başında Shay eldiveni eline geçirdi ve sağ açık sahaya çıktı. Ona doğru hiç top isabet etmemesine rağmen oyunda olmaktan son derece mutluydu ve babasının ona tribünlerden el salladığını gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
Dokuzuncu turun sonunda Shay'in takımı yine puan kazandı. Şimdi bütün kaleler doluydu, oyunu kazanma şansı ortaya çıkmıştı ve topa vurma sırası Shay'e gelmişti.
Bu noktada Shay'in vurucu olmasına izin vererek oyunu kaybetme riskini mi almalıydılar?
Şaşırtıcı bir hamleyle Shay'e sopayı verdiler.
Herkes topa isabet ettirme şansının sıfır olduğunu biliyorlardı çünkü bırakın topa vurmayı Shay sopayı bile elinde tutmasını bilmiyordu.
Ama Shay sahaya çıktığında top atıcı, diğer takımın kazanma şanslarını bir kenara bırakarak Shay'e bu fırsatı tanıdıklarını görünce birkaç adım öne giderek yumuşak bir şekilde topu Shay'e doğru fırlattı.
İlk topa Shay zorlukla sopayı savurdu ama ıskaladı.
Atıcı tekrar birkaç adım öne doğru geldi ve topu yine yumuşak bir şekilde Shay'e doğru attı.
Shay sopayı savurdu ve hafifçe topa dokunarak yere atıcıya doğru vurdu.Oyun şimdi bitecekti.
Atıcı topu yerden aldı ve ilk kaledeki adamınakolaylıkla atabilecek ve Shay'i sobeleyerek oyunu bitirebilecekti.
Ama atıcı topu aldı ve ilk kaledeki adamının başının üzerinden diğer takım arkadaşlarının erişemeyeceği yere fırlattı.Tribünlerdeki herkes ve iki takımda bağırmaya başladılar,
'Shay, ilk kaleye koş, ilk kaleye koş!'
Shay hayatında hiç bu kadar uzağa koşmamıştı ama ilk kaleye gidebildi. Şaskınlıktan büyümüş gözleriyle yere çöktü.
Herkes bağırmaya devam etti,
'İkinci kaleye koş, ikinci kaleye koş'
Nefes nefese Shay zorlukla ikinci kaleye koşabildi. Shay ikinci kaleye geldiği sırada açık sahada diğer takımdan biri topu almıştı ...
takımın en küçüğü olan bu çocuk kahraman olma şansını elinde tutuyordu.
Topu ikinci kaledeki adamına atabilirdi ama top atıcısının niyetini anladığından o da kasıtlı olarak topu üçüncü kaledeki arkadaşının başının üzerinden attı.
Herkes bağırıyordu,
'Shay, Shay, Shay, bütün yolu koş Shay
'Karşı takımdan birinin yardım ederek onu üçüncü kaleye doğru döndürmesiyle Shay üçüncü kaleye koşabildi,
'Üçüncüye koş! Shay, üçüncüye koş!'
Shay üçüncüye gelirken diğer takımdakı çocuklar ve seyirciler ayağa kalkmışlardı ve bağırıyorlardı, '
Shay, hepsini koş! Hepsini koş!'
Shay hepsini koştu ve oyunu takımı için kazanan bir kahraman olarak herkes tarafından alkışlandı.
'O gün',
dedi babası, gözlerinden yaşlar aşağıya doğru süzülerek,'
iki takımdaki çocuklar da dünyaya bir parça sevgi ve insanlık getirmeyi başardılar'.
Shay bir sonraki yaza yetişemedi. O kış öldü.
Bir kahraman olduğunu ve babasını mutlu ettiğini ve eve geldiğinde annesinin de gözyaşları içinde onu kucakladığını asla unutmadı.
Hepimizin her gün binlerce fırsatı olabiliyor 'doğal olan şeyleri' gerçekleştirmek için.
Bilgin bir adam bir zamanlar demişki:
Her toplum, kendilerinden daha az şanslı olanlara nasıl davrandığıyla değerlendirilir

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Can Yücel diyor ki......


Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama

Yarım saat erkene kurulsun saatin

Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..

Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin

Yüzüne su çarpma, adam akıllı yıka yüzünü serin serin

Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin

Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart

Çek kızarmış ekmek kokusunu içine

Bak güzelim kahvaltının keyfine..

Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,

Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin

Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse,

aydınlık bir gün dile

Sonra koş git işine, dünden, önceki günden, Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,

Ohhh şöyle bir hafifle

Bir güzel kahve ısmarla kendine,

seni mutlu eden sesi duymak için alo de

Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık

Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü, hava soğuksa Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak

Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al..

Sonra,söyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı, hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?

Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?

Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara

Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..

Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak.

Günün güzeldi değil mi akşamın da güzel olsun..

Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..

Saklama tabakları,bardakları misafire

Sizden ala misafir mi var bu dünyada

Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele degil, vazife yapar gibi hiç degil, Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..

Gece evinde, dostların olsun

Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun..


Arkadaşım,hayat bu daha ne olsun?

Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!!
CAN YUCEL
( Tekrar tekrar yayınlamaya ,tekrar tekrar okumaya değer..... Okudukça yeni lezzetler katıyor insana)

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

DOSTLUK İPLERİNİ KOPARMAYIN


Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış.
Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş.
Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış... Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış.
Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini... Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş.

Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam,

-"Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş. Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar,

-"Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış.
Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadam, terzinin yanına yaklaşıp,

-"Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim" deyince,

-"Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş terzi.

Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.

-"Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?" diye soran yaşlı adam,

-"Ben terziyim" yanıtını alınca

-"Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi.

Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş.
Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış.

Bu arada yaşlı işadamı da ona desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş.

Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık "ünlü işadamı" diye anılır olmuş.

Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmasını sağlamış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş.

Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş.
Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş. Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş.

Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için.
Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş.
Ve başlamış anlatmaya:

- "Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş.

Bülbül ona

-"Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş.

Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış.

Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler.

Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan.
Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış.
Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış.
İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış.

- Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın..."

Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş...
Dostluk iplerinizi koparmamanız dileğiyle.......

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

AŞK DEDİĞİN LAFTIR DERLER , SAKIN KANMA ONLARA..


İlginç bir haber dikkatimi çekti Yahoo New ' de başlıklara bakarken..
Gülmek mi gerekirdi , kızmak mı ? Bilemedim...
Ama gülmekten de kendimi alamadım.
Haberin başlığı şuydu..
" Karısına böbreğini veren koca ,boşanma davasında böbreğini geri istedi"
"Avukatlar , New York Eyaletindeki bu garip boşanma davasını bir sonuca bağlamaya çalışıyorlar.
Bir doktor eşine bağışlamış olduğu böbreğini geri istiyor.
Adam , avukatının Long Islands'daki bürosunda talebini halka açıklamak için bir basın toplantısı düzenledi.
Karısına 2001 de böbreğini verdiğini ,15 yıllık bir evlilikten sonra karısının 2005 te boşanma davası açtığını anlattı.
Böbrek naklinden bir süre sonra karısının birisiyle bir ilişki içine girdiğini iddia etti.
"- 1 milyon dolarlık bir evde oturuyorduk. Tamgün çalışan bir cerrah , tüm zamanını çocuklarına harcayan bir baba ve kendini eşine adamış bir kocaydım. Onun hayatını kurtardım.
Yaptığım şeyden pişmanlığım yok . Bugün olsa yine ayni şeyi yapardım.
Ama hayatınızı adadığınız ve aşık olduğunuz birinden böyle bir ihanet ve bu kadar derin bir acıya dayanılamaz. "
Adam , 1.500.000 milyon dolar tazminat karşılığında bir çözüm sağlanabileceğini söyledi."

Şimdi , bu adam böbreğini geri istemekte haklı mıdır değil midir ? Bağışlanmış böbrek nasıl geri istenilir ? Bu kadın kendisini kurtarmak için hayatını tehlikeye sokan böyle bir erkeğe nasıl ihanet edebilir " diye düşünebilir miyiz ?
Haber , tam da Amerikan toplumuna , ya da Amerikanlaşmış topluma uygun bir haber gibi görünüyor.

Aşktan ne anladığımızla ilgili bir örnek te olabilir bu ...
Magazin basınına baktığımızda , kimin eli kimin cebinde diye tanımlayabileceğimiz bir yaşam tarzının ya da kelebeklerin ömrü gibi haftalık , günlük ya da anlık bir ilişkiler ağının "Aşk " diye topluma sunulduğunu görüyoruz.
"Zengin bir işadamıyla birlikte yaşamaya başlayan dizi oyuncusu bilmem kim kızımız , son sevgilisini de terketti ve ve birlikte göründüğü yeni sevgilisiyle yeni bir aşka başladıkları söyledi""


Bazı hormonların yada "Basic Instinct" diyebileceğimiz bütün canlılara verilmiş olan üreme içgüdüsünü aşan bir şeydir aşk.
Bunu idrak edenler için aşk , Sonsuzluğa uzanan bir yola birlikte çıkmaktır, bir yastığa ölesiye başkoymaktır.
Yanında olmaktan mutlu olmak , huzur bulmaktır.

Geçenlerde basında yayınlanan haber dikkatinizi çekmiştir.
Sanırım İngiltere'deydi.
Bilim adamlarının uzun süredir yürüttüğü bir araştırmanın sonuçları yayınlandı.
Yılların aşkı öldürmediğini , tam tersine aşkı güçlendirdiğini tesbit etmiş bilim adamları.
Bu sonuca siz de ulaşabilirsiniz aşktan ne anladığınıza bağlı olarak..
Eğer " eRKEKLER mARSTAN kADINLAR vENÜSTEN" isimli kitabı okuduysanız , kadın ve erkeğin aslında birbirinin tam zıddı olduğunu , ama bunun , kadında ve erkekte birinde bulunurken diğerinde bulunmayan fiziksel ve ruhsal özelliklerin biribirini tamamlaması anlamına geldiğini bilirsiniz.
"Bir elmanın iki yarısıdır kadın ve erkek "
Bu zıtlıkların yaşamımızı anlamlandıran güzelliklere dönüştüğünü anlamak için de bir hayli yol almak gerekir yaşam yolunda tabii ki...
Ergenlik ve orta yaşlılık döneminin sonuna doğru yaklaştığınızda , bu ruhsal birlikteliği yakalayamamışsanız eğer , aşk dediğiniz şeylerin aslında aşk olmadığını , derin bir boşluğa düşmekte olduğunuzu , çevrenizin , arkadaşların o "kader arkadaşının "yerini hiç bir şekilde almasının mümkün olmadığını anlarsınız. Tutunacak bir dal ararsınız , ama heyhat... Bütün dallar artık ellerinizden kayıp gitmiştir.
Aslında , bütün bu olup bitenler biyoelektrokimyasal olaylardır beynimizde ve bedenimizde dersek , yanlış söylemiş te olmayız..
O elektriği ," ruhsal birliktelik" ya da " basic instinct" diye adlandırabildiğim seçeneklerden hangisine yöneltebildiğinize bağlı her şey bence ....

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Her kadının içinde küçük bir kız vardır‏





Ali , avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı.
Elli yaşlarında gösteren adam , görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.
'Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir' diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, birde sinirlenmişti.
Alaycı bir ses tonuyla:
- Ekmek parası mı istiyorsun ? diye sordu.
- Hayır , çikolata parası lazım!
Ali nin kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor diye düşündü.
- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.
Ali adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.
- Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?
- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.
- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?
- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.
- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.
- O bizim için değil , zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Ali'nin dikkatini çekmişti.
O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü.
Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı.
Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu.
Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı.
'Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu' diye düşündü.
- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?
Ali nin sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.
Ali oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.
- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi.
Adam çekingen çekingen oturdu yanına.
- Yok mu eşin dostun, borç alacak akraban?
- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.
- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?
- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.
- Hımmmm. Aşk hemde otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.
- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.
- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
- Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.
- Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?
- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, hergün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kendisinin kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.
- Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu ?
- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.
- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?
- Küçük kızı severek.
- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?
- Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.
- Nasıl yani ?
- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?
- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır 'babacığım beni ne kadar seviyorsun?' diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda 'Baba güzel olmuş muyum?' diye sorar durur. Güzelsin demem de yetmez ona. ' Harikasın prenses gibi olmuşsun' demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.
- İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona 'bebeğim' diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. 'Bebeğim bana bir çay yapar mısın?' dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
- Hiç kavga etmezmisiniz siz?
- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.
- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.
- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi yada en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hemde çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.
- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.
- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.
- Haklısın da ben de bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.
- Yine para, yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.

Adam ayağa kalktı.
- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.
Ali de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.
- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.
- Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.
Pastayı aldılar.
Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu. Ali de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı. Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu.
Ali hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı , sonra eşinin önüne koydu
.
- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi.
İnci hiç konuşmadı.
- Sorsana 'niye' diye.
İnci kızgın kızgın:
- Niye?
Diye sordu.
- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek
dedi gayet ciddi bir ses tonuyla.
İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.
- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. 'bak senin sevdiğin meyveleri aldım' Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.
- Özür dilerim seni kırdığım için.
Sonra Ali yere diz çöktü.
- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.
Ali yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.
İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.
- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin , dedi.
Ali işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü.
Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü..


Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

İHANET ve SADAKAT


İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş, sadakatin adı ise bir serçeye.

Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca

Küçük koyun üstünde uçmuş serçeyle beraber

Küçük sinekleri, kurtları yemişler

Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış derelerden su içmişler

Masmavi gökyüzünde dans etmişler

Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler.

Birbirlerine söz vermiş kuşlar;

Ayrılmayacağız diye.

Ama kış gelmiş,

Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,

Serçe ise her zamanki gibi sadık.........

Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek

Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için....

Yaşamaksa önemli imiş göçmen için

O baharların tatlı eğlencesiymiş sadece

Gel demiş serçeye senle beraber başka bir bahara uçalım

Serçe ise burada bekleyelim demiş yeni baharı

Ama kış acımasızdır demiş göçmen,

Yaşayamayız burada, aç kalır üşürüz

Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber

Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.

Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere

Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye

Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş

Uçacakmış yeni bir bahara.

Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,

Ama serçe zayıfmış, onun kanatları uzun uçuslar için değil.

Dayanamayacakmış bu yola

Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş

Çünkü o hep kaçarmış kışlardan

Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara

Bir fırtına yaklaşıyormuş.

Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış

Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış

Göçmene duralım demiş artık.

Biraz dinlenelim

Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.

Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.

Ama göçmen yürü demiş serçeye birazdan okyanuslara varacağız

Serçe sevgisine uymuş ve peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin

Birazdan varmışlar okyanusa

Kurtuluşuymuş bu büyük deniz göçmen için çok iyi bilirmiş buraları

Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi

Serçe artık dayanamıyormuş, son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene

Artık gidemiyorum.

Göçmen serçeye bakmış,

Bakmış ve yoluna devam etmiş....

Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük

Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük.


Mavi sularında okyanusun

bir minik sadakat


Yeni bir baharın koynunda

koca bir ihanet....

<



Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

SEN BENİM DOSTUMSUN

seni çok seviyorum arkadaşım , DOSTUM ...

Kuşlar gibi uçmAyı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik ama basit bir sanatı unuttuk.

İNsAN gibi YAşamAyı biliYOr musun ?



Dur ...

Cevap verme ...

Önce bir izle ....





Dostluk Sabah öperek uyandırmaktır...










Aynı dala tutunmaktır kimi zaman..








aynı bisikleti sürmektir.
Ayağınız yetişmese bile...







Dans etmektir kolkala...








küçük hediyeler almaktır...






ve Kimi zaman , aynı kalbi paylaşmaktır..








Öpmektir onu doyasıya













SEVGİ
çiçeklerin büyümesini izlemektir








mektup yazmaktır










hep O'nu düşünmektir








birlikte vakit geçirmektir









dalgaların sesidir SEVGİ










kuşların kırıntıları yiyişini izlemektir






birlikte
AYNI yöne bakmaktır












eşit olmaktır









vahşi dalgalara yelken açmaktır









yağmura aldırmadan yürümektir









uçurmaktır sevdiğini









piknik yapmaktır









yanağını okşamaktır









ve küçük bir busedir




Bu güzel , sımsıcak ,sevgi dolu gönderi ,bir e-posta ile geldi..

Çok güzeldi...

Sanırım siz de beğenmiş olmalısınız...


Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

SEDEF ÇİÇEĞİ

Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını... Ve hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim...
"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun...?"
Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı... "Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan..." Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından... Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti.. Herkes onu dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu... Ve devam etti...
"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim... O bilmez... 50 yıl önceydi.. O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm.. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim... Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye... İyi gelirmiş dedilerdi... 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi... Ta ki geçen geceye kadar... O gece takatim kesilmiş.. Uyuyakalmışım... Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim... Hayatımı, umudumu her şeyimi verdim... Ondan hiçbir şey göremedim.. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim.... Onsuz daha iyiyim, yemin ederim" Hakim, yaşlı adama dönerek ; "Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.
Yaşlı adam bastonla zor yürüdü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi:

-"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadime’mi de orada tanıdım... Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim... O çiçeklerle doludur bahçesi...
İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm... Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi.. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun... lafım geçmedi... O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu... Ben ona gece sularsan geçer dedim.. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek ben oldum... Sanki... Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...

"Her gece o yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de uyanamadım.. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım.. Sesimi çıkartamadım..."

O an Mahkeme salonunda her şey sustu... Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi haber yaptılar...

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

SEVGİNİN GÜCÜ

Otobüs yolcuları elinde beyaz bir baston taşıyan genç ve güzel kadının otobüse binisini içten gelen bir sempati ile izlediler..
Basamakları geçti. Bos olduğu söylenen koltuğu el yordamı ile buldu. Oturdu.. Çantasını kucağına aldı. Bastonu koltuğa yasladı. 34 yaşındaki Susan, bir yıldır görmüyordu. Bir yanlış teşhis sonucu görmez olmuş, birden karanlık bir dünyanın içine düşmüştü. Öfke.. Kızgınlık.. Kendine acıma..
Hayatta tek dayanağı artık kocası Mark'tı.. Mark hava kuvvetlerinde subaydı. Susan'ı bütün kalbi ile seviyordu. Susan gözlerini kaybedince, Mark karısının içine düştüğü umutsuzluğu hemen farketmişti. Ona yeniden güç kazanması, kaybettiği kendine güvene yeniden sahip olması için yardim etmeliydi. Susan gene kendi kendine yeterli olduğuna inanmalı, kimseye bağımlı olmadan yasayabilmeliydi.
Sonunda Susan'ı isine dönmeye ikna etti. Peki ama evden işe nasıl gidecekti?.. Genelde otobüsle giderdi. Ama simdi koca kenti bir uçtan ötekine tek başına geçmekten korkuyordu. Mark her sabah onu arabası ile ise bırakmayı önerdi. Kendi isi tam aksi yönde olduğu halde.. İlk günler Susan kendini rahat hissetti. Mark da,
"Görmüyorum, artık hiçbir ise yaramam" diyen karısını çalışmaya başlattığı için mutluydu. Ama bir süre sonra Mark işlerin iyi gitmediğini farketti. Başkasına bağımlı yaşamın Susan'ı mutlu etmesi mümkün değildi. İşe eskiden olduğu gibi kendi başına otobüsle gitmeliydi. Ama Susan hala o kadar hassas, o kadar kırılgan, o kadar öfkeliydi ki.. Ne yapabilirdi?.. "Otobüs" lafı ağzından çıkar çıkmaz, Susan öfkeyle haykırdı..
"Nasıl yaparım?.. Görmüyor musun ben körüm!.. Nerde olduğumu nerden bilirim, nereye gittiğimi nasıl anlarım.. Galiba sana ağır gelmeye başladım, beni başından atmaya çalışıyorsun.."
Duydukları Mark'ın kalbini fena halde kırdı. Ama ne yapacağını biliyordu..
"Her sabah ve aksam otobüsünü arabamla takip edeceğim. Sen bu yolculuğu tek başına yapmaya hazır olana dek sürecek bu.."
Tam iki hafta Mark, Susan'ın otobüsünün arkasından gitti.. İki hafta boyu karısına görme dışındaki duyularını nasıl kullanacağını anlattı. Özellikle duymanın pek çok sorunu çözeceğini izah etti. Kulakları ona nerede olduğunu söyleyebilirdi. Yeni yaşam tarzına alışmasına yardımcı olabilirdi. Otobüs şoförü ile ahbap olursa, her şey kolaylaşır, şoför her gün ona önde bir yer bile ayırırdı.
Nihayet Susan, yolculuğu tek başına yapmaya hazır olduğunu hissetti.
Pazartesi sabahı geldi.. Ayrılırken, otobüsünün geçici eskortu kocasına, hayattaki en büyük dostuna sarıldı.. Gözleri yaşla doluydu Susan'ın.. Kocasına öyle teşekkürle doluydu ki.. Onun sabrı, sadakati, desteği ve sevgisiyle umutsuzluk uçurumundan nasıl çıkmış, nasıl yeniden hayata dönmüştü.. "Allahaısmarladık" dedi kocasına ve uzun zamandan beri ilk defa ters yönlerde yola çıktılar. Pazartesi.. Salı.. Çarşamba.. Her gün mükemmel geçti Susan için.. Kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Yapıyordu.. Başarıyordu.. Tek başına başarıyordu.. Kendi kendine gidip gelebiliyordu iste..
Cuma sabahı, Susan her günkü gibi otobüse bindi.. Ofisinin karşısındaki durakta inerken bilet parasını uzattı şoföre.. "Sizi kıskanıyorum bayan" dedi, şoför..
Susan şoförün başkasına hitap ettiğini düşündü.. Bir körün gıpta edilecek nesi olabilirdi ki?.. "Neyimi kıskanıyorsunuz benim" diye sordu şoföre..
"Sizin kadar sevilmek, sizin kadar şefkat ve sevgiyle korunmak çok hoş bir duygu olmalı bayan" dedi şoför..
"Nasıl yani" dedi, Susan.. "Bir haftadır, her sabah yakışıklı bir subay kösede duruyor ve siz otobüsten inene kadar izliyor. Yolu kazasız geçmenize bakıyor, ofisinize girene kadar oradan ayrılmıyor. Sonra size bir öpücük yolluyor, elini sallıyor ve yürüyüp gidiyor. Siz çok talihli bir kadınsınız bayan.."
Mutluluk göz yaşları Susan'ın yanaklarından akmaya başladı. Ve birden hatırladı.. Mark'ı hiç görmüyordu ama, bir haftadır yanında olduğunu hem de öyle kuvvetli hissediyordu ki..
Talihli, gerçekten çok talihli idi. Öyle bir armağan vermişti ki ona hayat, görmekten daha değerliydi.. Bu armağanın varlığına inanması için görmesi gerekmiyordu. Sevginin aydınlatmayacağı hiçbir karanlık yoktu çünkü..

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

BATILI BİR ANNENİN ÖLÜMÜ

Tıp tahsiline başladığım günden bu yana, insan uzviyatındaki değişiklikleri , ve uzuvlarda eskiyen veya ölen dokuların yerine yeni yeni dokuların inşa edilişinin , sırf maddi yönlerini izah eden ve açıklayan temel prensiplerini öğrenmiştim.

Dokuların birçoğunu mikroskop altında inceledim. Vücudun çabucak iyileşmesi ve yarayı sarması için ona yardımcı bütün şartları tetkik ettim.

Mükemmel ahenk karşısında kendimden geçtim. Yarayı kendi haline bırakmak, beklenen neticenin meydana gelmesi için tıbbi imkanları hazırlamak, maddi şartları ayarlamak kâfi görünüyordu...

Fakat harikulade bir süratle , sihirli bir iyileşme ancak ümitle , hayata kuvvetli bağlılıkla mümkün oluyordu...


“ Cerrah olarak çalışırken günün birinde yetmişini aşkın bir nine geldi,bel kemiklerinin çok ağrıdığından ve kırılmış olma ihtimalinden şikayet ediyordu.

Bir süre hastayı kontrol altına alıp tedavi ettikten sonra, Ara ara filmlerini çekip incelemeye koyuldum. Ve şaşırtıcı bir süratle iyileşmekte olduğunu gördüm.

Çok geçmeden onun yanına varıp hayret dolu bir şaşkınlıkla; Tıp tarihinde eşi görülmemiş bir çabuklukla iyileştiğini kendisine müjde verdim.

Bunun üzerine yaşlı kadın, tekerlekli sandalyenin üzerine binerek hareket etme imkânına sahip oldu. Daha sonrada koltuk değneğine dayanarak yürümeye başladı.
Mesai arkadaşlarımla birlikte bu harika iyileşme karşısında; Hastanın taburcu edilebileceği ve hastanede tedavi görmesine lüzum kalmadığına karar verildi.
Hastanedeki rahat ve emniyet onu hayata bağlıyor ve yaşama sevinci veriyordu. Ümitle dopdolu oluşu hastanın iyileşmesine ve çok kısa zamanda şifa bulmasına sebep oluyordu.
Süratle hastalık ondan kalkmış ve kırılan kemik kaynamıştı.


Ertesi sabah Pazar olduğu için kızı, mu’tad olarak annesini ziyarete gelmişti . Öbür güne taburcu edileceğini, koltuk değnekleri ile yürüyebileceği kendisine anlatıldı.
Kızı, annesini bir kenara çekerek; kocasıyla karar verdiklerini , kendisini huzur evlerinden birisine yatıracaklarını , çünkü kendisine evde bakma imkanına sahip bulunmadıklarını bildirmişti.


Ziyaretçilerin dağılmasından bir saat ya geçmiş ya geçmemişti ki , hemşireler tarafından çabucak çağrıldım. İhtiyar kadıncağızın çok büyük bir kriz geçirdiğine şahit oldum.
Başına vardığımda gördüğüm şey gerçekten dehşet vericiydi. Kadın son anlarını yaşıyordu . Anladım ki hasta kemiklerinin kırılmasından değil de , kırılan kalbinin tesirinden yıkılmıştı.
Elden gelen bütün imkânlar kullanıldı, krizin giderilmesi için her türlü çareye başvuruldu. Ama bütün çabalamalar boşa gitmişti.

Ne var ki artık aldığı vitaminler , takviye edici ilaçlar Onun kırılan kalbini bir türlü tedavi edememişti.
Ne yazık ki şimdi kırılmış olan kalbi, onun kaynamış olan kemiklerine rağmen yaşamasına müsaade etmiyordu.
Kadıncağız birkaç saat sonra ruhunu teslim etti.


Bu hazin son , batılı annelerin kaderi idi....

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

GÜL YAPRAĞI

Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu.

Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı, kapıda öylece durdu ve bekledi.

Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu.

Bir süre sonra kapı açıldı. İçerideki budist rahip, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.

Budist bir süre kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.

Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı, tapınağın bahçesine döndü. Aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.

Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı ...

İçerideki budist rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.


" Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı. "



..................................................................................................














Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

DERVİŞ KAŞIKLARI

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine;

"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"

"Bakın göstereyim" demiş ermiş.

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine.
Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş; "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş.
"Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler.

Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine, "Şimdi..." demiş ermiş, "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe."
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını.
Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte" demiş ermiş, "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır.


Şüphesiz şunu da unutmayın.
Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman..."

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

AMCAMIN AĞAÇLARI

Ağaç dallarıyla gürler” demişti amcam, son kez kemoterapiden döndüğü gün;

“Ağaç dallarıyla gürler.”

Bitmeyen öksürüklerinin sonunda, ısrarlarımızla gittiği doktorda hastalığını öğrendiğimizde, bizden daha cesur davranmış ve en son güne kadar direnmesini sürdürmüştü. Bedeni incelip vücudundaki kıllar dökülmeye başladığında, hiç aldırmıyormuş gibi görünüp çıplak kafasını koca bir kasketin altında gizlemişti. Kasket, hem dökülen saçlarını hem de bize, “Acım yok!” derken yalan söyleyen gözlerini saklamıştı.
Sıklıkla söylediği, ağaçlarla dalların ilişkisini anlatan bu cümleyi, o günlerin çaresizliği içinde derinlemesine hiç düşünmemiştim, ta ki keyifle kalktığım bir pazar sabahına kadar. İyi bir kavhaltı sonrasında gazetelere göz atıyordum.
Bir sürü, her türden haberin ortasında birden kendimi kaybolmuş hissettim. Siyasi, ekonomik, magazin, sanat ve bu olaylara ilişkin yorum yazıları gazetenin her tarafına serpiştirilmiş; okunmak için sıralarını ve okurun sabrını bekliyorlardı.
Bütün hafta çeşitli gailelerle yorulmuş beyinlerin, bu haberler içinde dinlenmesi ne kadar olanaklıydı; bilmiyorum. Ne okunacaktı, nasıl okunacaktı ve de hangisi okunmaya değer içeriklere sahipti; onu da bilmiyordum.
Son dönemin olumsuz haber yağmurları altında ıslanmamak ne kadar olanaklı ise, o kadar ıslanmadan geçtim manşetleri. Biraz paparazzi, biraz yorum kattım dağarcığıma. Olur ha, birileri bir yerde sorar da, bilmemek ayıp olurdu vallahi.

Bir ara daraldığımı hissettim bu haber karmaşası içinde, hızla kalkıp sokağa attım kendimi. Nereye gideceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Birkaç arkadaş, akraba geçirdim aklımdan, sonra hepsinden çabucak vazgeçtim. Bugün onların da tatiliydi, rahatsız edilmemeliydiler. Beynimin içinde hızla adresleri kontrol ettim; şu ya da bu gerekçe ile onlardan da vazgeçtim.
Uzun zamandır kimseyi arayamamıştım ki. Hiçbir yerde, hiç kimse kalmamıştı; sanki ben yapayalnızdım.
Telaşlandım. Telaşım geçip de durulduğumda, şöyle bir geçmişe dönüp elimde nelerin kaldığına bir göz attım. Günlük iş yoğunluğu ile arayamadığım akrabaları, dostları, arkadaşları, velhasıl herkesi geçirdim aklımdan. Epeydir bir çoğuyla paylaşımsız yaşadığımı fark ettim.

Ve o an bir kez daha hatırladım amcamın ağaçlarını, hem de anlamını tam yerine oturtarak. Yol kenarında, soğuk rüzgarın etkisiyle üşüyordu iki ağaç. Biri hem boyuna hem de enine sıska, titrek. Diğeri iri dallarıda kış kıyametten kaçırdığı yapraklarıyla kendini döven, rüzgara direngen, yürekli. Dalların arasından her rüzgar esişinde itirazlar yükseliyor, irili ufaklı. Bir bedenin birleştiği farklı uzunluktaki kollar gibi adeta; dur diyor rüzgara.
En son ne zaman aradınız dostları; en son ne zaman paylaştınız bir hüznü ya da sevinci içtenlikle; en son ne zaman birlikte oldunuz ‘o hiç vaktim yok’ gerekçesini ileri sürmeden ve en son ne zaman beraber oldunuz bir süre sonra sadece anılarıyla yaşadığınız insanlarla.
Dallarınız bir gerekçeyle budanmadan, bir rüzgar gelip zamansız kırmadan kollarınızı, sarın dostluklarınızı sıkıca.
Ve inanın sıkıca sarılmış dalların gücüne, çünkü amcam; “Ağaç dallarıyla gürler.” demişti.

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

eğer beni sevmiş olsaydınız.....

Genç bir delikanlı saatlerdir genç kızın peşinden geliyordu. Genç kız dayanamayıp arkasını döndü:

- Neden saatlerdir beni takip ediyorsunuz? diye sordu.

Genç erkek :

-Sizi seviyorum hem de canımdan çok seviyorum!

Genç kız :

-Bak benim arkamdan ablam geliyor, o benden daha güzel benden iş çıkmaz sen ona git..

Delikanlı arkasını dönüp bakınca çok çirkin bir kızın geldiğini görüp sinirlenmiş ve genç kıza dönmüş :

-Neden bana yalan söylediniz?

-Asıl siz bana neden yalan söylediniz?



Eğer beni gerçekten seviyor olsaydınız, dönüp arkanıza bakmazdınız.

Çünkü gözünüz benden başkasını görmezdi.

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

KIRLANGIÇLARIN ÖMRÜ...

Günlerden bir gün Kırlangıcın biri bir adama aşık olmuş. Ve adamın penceresinin önüne konup adama şöyle demiş:

-Ben seni çok seviyorum lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte yaşayalım.

Adam:

-Olmaz alamam... Sen bir kuşsun hiç bir kuş adama aşık olur mu?... demiş.

Kırlangıç tekrar:

-Lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız. Hem ben sana dost ve arkadaş olurum canında sıkılmaz birlikte yaşar gideriz… demiş.

Adam yine:

-Olmaz alamam... Git başımdan, diye cevap vermiş.

Üçüncü ve son defa kus adamın penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demiş:

-Lütfen beni içeri al.. Artık soğuklar da başladı, dışarıda kalamam biliyorsun ben sıcak havalarda yasayabilirim, sadece. Beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni içeri alda burada kalayım. Birlikte yemek yer omuzuna konar, seni neşelendirir, sana yarenlik ederim. Hem sen de benim gibi yalnızsın, der...

Adam ona:

-Git derhal başımdan!... Ben yalnız kalırım demiş ve kuşu kovmuş...

Kırlangıçta bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde uçmuş ve uzaklara gitmiş..

Adam kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş ve kendi kendine "Ben ne aptal, ne kadar akılsız bir adamım, niye kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim? Ne güzel birlikte kalırdık demiş ve çok pişman olmuş, pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Kendi kendine nasıl olsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir bende onu içeri alır birlikte mutlu bir hayat sürerim, demiş. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış. Yazın gelmesiyle kırlangıçlarda gelmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı gelmemiş. Yazın sonuna kadar hiç penceresini kapatmadan pencerenin başında beklemiş ama boşuna... Kırlangıç yokmuş. Gelen kırlangıçlara sormuş ama onun kırlangıcını gören olmamış. Sonunda bir bilge kişiye halini danışmak ve ondan bilgi almak için gitmiş. Bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişi ona söyle demiş:

-Kırlangıçların ömrü 6 aydır . . .



***

Dikkatli olun...
Farkında olun...
Kendinize bir sorun...


Acaba, siz kaç kırlangıç kovaladınız?



Hiç geri çevirmediniz mi bugüne kadar size sunulan bir dostluğu?



Hayatta bazı fırsatlar vardır ki, sadece bir kez karşımıza çıkar,
değerini bilemezsek kaçıp giderler.


Ve asla geri gelmezler....

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!
Web Analytics