kültür-sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür-sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

PLATON (Eflatun) - DEVLET [ 7. Kitap - Mağara Mitosu]


-Şimdi dedim, insan denen yaradığı eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşün. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatayım:


Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar.

Önce boydan boya ışığa açılan bir giriş…

İnsanlar çocuklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar.

Ne kımıldanabiliyor, ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar.

Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar.

Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi arasında koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar.

Böyle bir yeri getirebiliyor musun gözünün önüne?


― Getiriyorum.

― Bu alçak duvar arkasında insanlar düşün. Ellerinde türlü türlü araçlar, tahtadan yapılmış, insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyorlar. Bu taşıdıkları şeyler, bölmenin üstünde görülüyor. Gelip geçen insanların kimi konuşuyor, kimi susuyor.

― Garip bir sahne doğrusu ve garip mahpuslar!

― Ama tıpkı bizler gibi! Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakini nasıl görürler. Ancak arkalarındaki ateşin aydınlığıyla mağarada karşılarına vuran gölgeleri görebilirler, değil mi?

― Ömürleri boyunca başlarını oynatamadıklarına göre, başka türlü olamaz.

― Bölmenin üstünden gelip geçen bütün nesneleri de öyle görürler.― Şüphesiz.

― Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar, değil mi?

― Öyle ya.

― Bu zindanın içinde bir de yankı düşün. Geçenlerden biri her konuştukça, mahpuslar bu sesi karşılarındaki gölgenin sesi sanmazlar mı?

― Sanırlar tabi.

― Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka bir şey olamaz ister istemez, değil mi?

― İster istemez.

― Şimdi düşün:

Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen, her şeyi olduğu gibi görürlerse, ne yaparlar?

Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım; başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın.

Bütün bu hareketler ona acı verecek. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacak.

Ona demin gördüğün şeyler sadece hoş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak ne eder?

Şaşırakalmazmı? Demin gördüğü şeyler, ona şimdikilerden daha gerçek gibi gelmez mi?

― Daha gerçek gelir.

― Ya onu aydınlığın ta kendisine bakmaya zorlarsak? Gözlerine ağrı girmez mi? Boyuna başını bakabildiği şeylere çevirmez mi? Kendi gördüğü şeyleri, sizin gösterdiklerinizden daha açık, daha seçik bulmaz mı?

― Öyle sanırım.

― Onu zorla alıp götürsek, dik ve sarp yokuştan çıkarıp, dışarıya, gün ışığına sürüklesek, canı yanmaz, karşı koymaz mı bize? Gün ışığında gözleri kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek hale gelmez mi?

― İlkin bir şey göremez herhalde.

― Yukarı dünyayı görmek isterse, buna alışması gerekir. Rahatça görebildiği ilk şeyler gölgeler olacak. Sonra, insanların ve nesnelerin sudaki yansıları, sonra da kendileri. Daha sonra da, gözlerini yukarı kaldırıp, güneşten önce yıldızları, ayı, gökyüzünü seyredecek.

― Herhalde.

― En sonunda da, güneşi; ama artık sularda, ya da başka şeylerdeki yansılarıyla değil, olduğu yerde, olduğu gibi.

― Öyle olsa gerek.

― İşte ancak o zaman anlayabilir ki, mevsimleri, yılları yapan güneştir. Bütün görülen dünyayı güneş düzenler. Mağarada onun ve arkadaşlarının gördükleri her şeyin asıl kaynağı güneştir.

― Bu değişik görgülerden sonra, varacağı sonuç bu olur elbet.

― O zaman ilk yaşadığı yeri, orada bildiklerini, zindan arkadaşlarını hatırlayınca, haline şükretmez, orada kalanlara acımaz mı?

― Elbette.

― Ya orada birbirlerine verdikleri değerler, ünler? Gelip geçen şeyleri en iyi gören, ilk veya son geçenleri, ya da hepsini en iyi aklından tutup, gelecek şeylerin ne olabileceğini en doğru kestirmenin elde ettiği kazançlar?

Mağaradan kurtulan adam artık onlara imrenir mi? O ünleri, o kazançları sağlayanları kıskanır mı?

O boş hayallre hilleus gibi, “fakir bir çiftçinin hizmetinde uşak olmayı”, dünyanın bütün dertlerine katlanmaktan bin kere daha iyi bulmaz mı?

― Bence bulur; her mihneti kabul eder de bir daha dönmez o hayata.

― Bir de şunu düşün:

Bu dediğimiz adam yeniden mağaraya dönüp eski yerini alsa; gün ışığından ayrılan gözleri karanlıklara dayanabilir mi?

― Dayanamaz.

― Daha gözleri karanlıklara alışmadan, ki kolay kolay da alışamaz, yeniden bu karanlıklar içinde düşünmek, zincirlerden hiç kurtulmamış mahpuslarla gördükleri üzerinde tartışmak zorunda kalsa herkes gülmez mi ona? Yukarıya, boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup dönmüş demezler mi? Bu adam onları çözmeye, yukarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu?

― Hiç şaşmaz, öldürürler.

― Şimdi, sevgili Glaukon, bu benzetmeyi demin söylediklerimize uyduralım. Görünen dünya mağara zindanı olsun. Mağarayı aydınlatan ateş de güneşin yeryüzüne vuran ışığı.

Üst dünyaya çıkan yokuş ve yukarıda seyredilen güzellikler de, ruhun düşünceler dünyasına yükselişi olsun.

Benim nereye varmak istediğimi merak ediyordun ya, işte bu benzetmeyle onu iyice anlamış olursun. İnsan onu kolay kolay göremez. Görebilmek için de, dünyada iyi ve güzel ne varsa, hepsinin ondan geldiğini anlamış olması gerekir. Görülen dünyada ışığı yaratan ve dağıtan odur. Kavranan dünyada da doğruluk ve kavrayış ondan gelir. İnsan ancak onu gördükten sonra iç ve dış hayatında bilgece davranabilir.

― Anladığım kadarıyla ben de senin gibi düşünüyorum.

― Peki, şunu da benim gibi düşün öyleyse:

İyiye yükselmiş olanların insan işlerini ele almaya istekli olmamaları, hep o yüksek yerlerde kalmaya can atmaları, hiç de şaşılacak şey değildir. Benzetmemizi de düşünecek olursak, böyle olması gerekir.

― Gerçekten öyle.


― Şuna da şaşmamalı:

Tanrısal dünyaları seyretmiş bir kimse, insan hayatının düşkün gerçeklerine inince, şaşkın ve gülünç bir hale düşer. Karanlıklara alışmadığı, ilkin her şeyi bulanık gördüğü için, mahkemelerde, şurada burada doğrunun gölgeleri, ya da bu gölgelerin yansıları üzerine tartışmalara girip de, doğruluğun kendisini hiçbir zaman görmemiş olanların yorumlarını çürütmek zorunda kalırsa, herkes yadırgar onu, değil mi?

― Buna hiç şaşmam.

― Ama aklı başında olan bilir ki, insanın gözü iki karşıt sebepten, iki türlü bulanır. Biri aydınlıktan karanlığa geçişte olur, öbürü de karanlıktan aydınlığa geçişte. Onun gibi düşünce de bir şeyi açık seçik göremeyince, buna gülecek yere düşünmeli:

Acaba daha ışıklı bir dünyadan gelip karanlıklara alışamadığı için mi, yoksa bilgisizlikten aydınlığa varıp aşırı bir parlaklıkla kamaştığı için mi bulanık görüyor göz? Birincisi, övülecek, ikincisi acınacak bir haldir. Karanlığa alışamayan göz, ışıklı bir dünyadan geliyor demektir. Ona gülersek, gülünç oluruz. Ötekineyse hakkımızdır gülmek.

― Bu ayırma pek yerinde.

― Bütün bu söylediklerimiz doğruysa, onlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Eğitim birçoklarının sandığı şey değildir. Onlara göre eğitim, bilgiden yoksun bir ruha bilgi koymaktır. Kör gözlere görme gücü vermek gibi.

― Öyle derler gerçekten.

― Oysa ki, bizim konuşmalarımız da şunu gösteriyor:

Her ruhta bir öğrenme gücü ve bu işe yarayan bir örgen vardır. Gözün karanlıktan aydınlığa çevrilmesi için nasıl bütün bedenin birden dönmesi lazımsa, bu örgenin de bütün ruhla birlikte geçiçi şeylere sırtını dönüp varlığa bakabilmesi, varlığın en ışıklı yönüne, “iyi” dediğimiz yönüne çevrilebilmesi gerekir, değil mi?

― Evet.

― Eğitim, ruhun bu gücünü, “iyi”den yana çevirme ve bunun için en kolay, en şaşmaz yolu bulma sanatıdır. Yoksa ruhta görme gücünü vermek değil; çünkü güç onda kendiliğinden vardır; ama kötü yöne çevriktir. Bakılmayacak yana bakmaktır. Eğitim onu yalnız iyi yana yöneltir.

― Bana da öyle geliyor.

― Şimdi ruhun öteki güçlerini beden güçlerine eş sayabiliriz; çünkü bu güçler ilkin eksik de olsa, çalışmayla, alışmayla elde edilebilir. Ama, düşünme gücü bir başka türlü güçtür. Tanrısal bir şeyler vardır onda.

Bu güç hiçbir zaman yok olmaz; ancak, ona verilen yöne göre ya yararlı ve kârlı olur, ya da yararsız ve zararlı.

Belalı dediğimiz haydutlara dikkat etmişsindir. Kafaları ne kadar iyi işler, ardına düştükleri şeyleri ne kadar iyi görürler. Görüşleri keskindir ama, kötülüğün emrine girmiştir. Onun için de ne kadar keskin görüşlü olurlarsa, kötülükleri de o kadar büyük olur.

― Doğru.

― Şimdi diyelim ki, tabiatın böyle yarattığı bir ruhu daha çocukluktayken değiştiriyoruz. Zevklerin, keyiflerin, heveslerin, türlü isteklerin ruha sardığı, zamanla geliştirdiği ağırlıkları kesip atıyoruz. Bunlardan kurtulan ruhu doğrudan yana çeviriyoruz. O zaman bu ruh kimde olursa olsun, eğrilikleri gördüğü açıklıkla doğruluğu da görecektir.

― Haklısın.

― Şunda da haklı değil miyim:

Bütün bu söylediklerimize göre, ne eğitimsiz, bilgisiz insanlar, ne de ömürlerini bilgi yoluna koyanlar devleti yürütmeye elverişlidir. Birinciler yaptıkları işlere yön verecek bir ülküleri olmadığı için, ikinciler de devlet işlerine karışmak istemeyecekleri için; çünkü onlar, dünyada bulunabilecekleri mutlu ülkeyi bulmuş sayarlar kendilerini.

― Doğru.

― Öyleyse, seçkin insanları en yüksek saydığımız şeyin bilgisine doğru yöneltmek, onları karanlıklardan ışığa çıkarmak, devletin kurucuları olan bizlere düşer. Ama o yüce kata yükselip de iyiyi doyasıya seyretmiş kimseleri bugünkü gibi kendi hallerine bırakmayalım.

― Ne demek istiyorsun?

― Yukarıda durakalmasınlar, mağaradaki mahpuslar arasına dönsünler, onların işlerini üzerlerine alıp, verecekleri mevkileri, şerefleri, küçümsemesinler.

― Ama bunu yapmakla, haklarını çiğnemiş, onları düşkün bir hayat sürmeye zorlamış, daha mutlu bir durumdan ayırmış olmaz mıyız?


― Unutuyorsun ki dostum, kanunların kaygısı birtakım yurttaşlara ötekilerden üstün bir mutluluk sağlamak değil, yurttaşları ya inandırarak, ya zorlayarak birleştirmek, her birine toplum içinde görebileceği iş payını aldırmak, böylece bütün toplumu birden mutluluğa götürmektir.

Devlet seçkin yurttaşlar yetiştirmeye uğraşıyorsa, bu onların keyiflerince yaşayıp, dilediklerini yapmaları için değil, devlet düzenini sağlamlaştırmaya yardım etmeleri içindir.

― Doğru, bunu unutmuşum.


― Şunu unutma ki, Glaukon, biz de kendi yetiştirdiğimiz filozoflara karşı haksız davranmayacağız; durumlarını değiştirip, başkalarına bekçilik etmelerini isterken, haklı sebepler göstereceğiz onlara.


Şöyle diyeceğiz:

Öteki devletlerde filozofluğa yükselen kişilerin politika gürültülerine karışmamaları anlaşılır; çünkü onlar, devletlerinin isteğine aykırı olarak kendi kendilerini yetiştirmişlerdir.

İnsan kendi kendini yetiştirip de ekmeğini kimseye borçlu olmadı mı, hiç kimseye de hesap vermek zorunda değildir.

Ama, biz sizi kendi yararınız için olduğu kadar, devletin yararı için, arı kovanlarındaki beyler gibi olmanız için, yetiştirdik. Size öteki filozoflardan daha geniş,daha olgun bir eğitim verdik. Sizi, felsefeyi devlet işleriyle uzlaştırabilecek bir hale getirdik. Siz de sırası gelince, başkalarının oturduğu yere inmek, karanlık köşelere gözlerinizi alıştırmak zorundasınız.karanlığa alışınca, siz onlardan bin defa daha iyi göreceksiniz.

Çünkü, güzelin, doğrunun, iyinin gerçek örneklerini görmüş olduğunuz için, karşınıza çıkan her yansının aslını bileceksiniz! Böylece bizim devlet düzenimiz sizin için de, bizim için de gerçek bir varlık olacak; bugünkü devletlerin çoğunda olduğu gibi, bir rüya değil.

Bu devletlerin başındakiler, gölgeler üstüne birbiriyle cenkleşmede, sanki başa geçmek büyük bir nimetmiş gibi,kim başa geçecek diye birbirlerini yemektedirler.

Doğru olansa şudur:

Bir devlette başa geçenler, başa geçmeyi az isteyenler oldu mu, dirliğin de, düzenin de en iyisi olarak var demektir. Baştakilerin böyle olmadığı yerdeyse tam tersine ne dirlik vardır, ne düzen.

DEVLET

Platon (Eflatun)

Çevirenler:Sabahattin EYUBOĞLU - M.Ali CİMCOZ

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

2. Basım, Eylül 2000, Sf. 183-188, (514a – 520d)


Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Metrodaki Kemancı...



Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar.

Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip gider. Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder..

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır.

Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider.

Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir.

Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.

Sorgulanan şeyler;

- sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz?

-Durup ondan keyif alıyor muyuz?

-Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? idi...

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2007/04/04/AR2007040401721.html adresinden izleyebilirsiniz de...

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

SENSİN MAĞARA ADAMI ..


Yok hemen kızmayın , öyle demek istemedim ....
Yukarıdaki Başlık , bir kitabın adı...

Dişi ve erkeğin genetik kodlarında neler yazılı olduğu , bu kodların çağımızda çeşitli etkenler nedeniyle nasıl zorlanmaya başladığını , rollerin ve görevlerin değişime uğrayıp karmaşıklaştığını , ancak bu genetik kodların halen derinliklerimizde var olduğunu vurgulayan , ilginç bir üslupla işleyen Ayşenur Yazıcı'nın kitabının adı...

Öteden beri tarih öncesi insanının , günümüz insanına benzerliği ve farklılıkları ilgimi çeken bir alan olmuştur.
Daha önce diğer bir blogda tanıtılan HAYVAN-İNSAN SÖZLEŞMESİ isimli kitap , genel olarak insan ve çevre arasındaki savaşı vurguluyordu.

Diğer bir kitap " Erkekler Mars'tan ; Kadınlar Venüs'ten " kadın erkeğin farkılıklarını ve bu farklılıkların aslımda bir diğerinin eksiğini tamamladığını anlatıyordu.

Doğan Kitap yayınlarından çıkmış olan " Sensin Mağara Adamı "nın Yazarının tanıtım yazısını okuyalım isterseniz ...
.. .. ..

Medeniyeti yarattınız, hayat kolaylaşıverdi ama şimdi de içinde stres ve sıkıntıdan çıldırmak üzeresiniz.

Mağara devrindeki sade ve doğal hayata, ilkel yaşamın huzuruna özeniyorsunuz.

Ruhlarınız gürültüden şişmiş durumda. Kanser yapan yiyecekler, haftada bir değişen moda, erkenden kel olan yeni nesil, durmadan evlenip boşanan bir toplum, ortada kalan cüceler… Erkek dişisini, dişi erkeğini tanıyamıyor!

Mağaraya buyurmaz mısınız? Belki farklıdır oradaki görevleriniz?

Artık dinozorlar yok, aslanların soyu tükenmek üzere, size saldıracak ilkel yerli kabileler, yamyamlar da… (Siz öyle sanın.)

Dişiler erkek yanlarından, erkekler de uygarlığın sıvılaştırdığı dişi yanlarından soyunup mağaraya geliveriyorlar.

Mağaramıza girerken sadece cinsiyetinizi ve ruhunuzu alarak buyurun. Çünkü hem psikiyatrik davranışlarınız incelenecek, hem sosyal yaşamınız, hem de karşı cinsi algılayışınız.

Kitap bittiğinde bir rahatlayacaksınız, bir rahatlayacaksınız, sormayın...

Çokça da düşüneceksiniz, bizden söylemesi...


Ayşenur Yazıcı

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

DUYGUSAL ZEKA NEDEN IQ DAN DAHA ÖNEMLİDİR ?




Uzun zamandan beri başucumda duran kitaplardan birinin adı...
Okuma alışkanlıklarım mı değişti nedir ?
Kitabı bir iki yıldır yanımdan ayıramıyorum ama , bir solukta okuyup bitirmiyorum da..
Bazen o anda ilgimi çeken bir bölümünü açıp okuyor , bir başka zaman ise , başka bir bölümünü zevk alarak okuyorum..

Eskiden böyle miydi..
Başladığım kitap bitmeden bırakmazdım elimden...


Kitap ünlü Yazar DANİEL GOLEMAN'a ait.
Okumayı sevenler zaten çoktan okumuş olmalılar.
Arka kapağında konu ile ilgili şunlar yazıyor:

IQ ile ölçülen zeka , insanların okul ve iş yaşamındaki başarısını belirleyen temel bir etken midir ? Öyleyse , neden yüksek IQ lu çocuklar , ortalama IQ ya sahip arkadaşlarına göre hayatta daha başarısız olabiliyor ?
Dr. Daniel GOLEMAN , psikoloji alanında çığır açan bu kitabında , " EQ " nun "IQ " dan daha önemli olduğunu kanıtlıyor. "Duygusal Zeka" yı özbilinç , azim , dürtülerini frenleme ,başkalarının duygularını paylaşabilme gibi özellikleri içeren bir zeka olarak tanımlıyor.
Araştırma bulgularına göre ,duygusal zeka yoksunluğu kişinin aile yaşamından meslek başarısına , toplumsal ilişkilerinden sağlık durumuna kadar bir çok alanda çok kötü sonuçlar doğurabiliyor.Ancak Dr GOLEMAN'a göre ,DUYGUSAL ZEKA , DOĞUŞTAN GELEN BİR ÖZELLİK DEĞİL.. İnsan beyninin yapısı dolayısıyla , çocuklukta alınan duygusal dersler , yaşam boyunca davranış tarzını belirliyor.
Başta Eğitimciler ve anababalar olmak , herkesin ufkunu açan bu kitabın çok önemli bir toplumsal bir mesajı da var:
-Demokrasinin toplumca ne ölçüde özümsendiği , bireylerin duygusal zeka düzeyi ile doğrudan bağlantılı....


Sanırım , ARKA KAPAĞIN SON CÜMLESİ , bazı toplumlar vatandaşlık hakları , toplumsal hoşgörü ,toplumsal bilinç ,toplumsal sorumluluk ve demokratik toplumsal yaşam alanında alabildiğine ileri giderken ; bireysel ya da toplumsal düzeyde toplumsal anlayışsızlığın ,toplumsal hoşgörüsüzlüğün egemen olduğu pek çok ülkede ilkel kurnazlıklar ve üçkağıtçılık , rüşvet ve yolsuzluğun kurumsallaşmış ve çok çok yerleşmiş olmasının , bir türlü demokratik toplum yapısına kavuşamamasının , insanca yaşama standardını yakalayamamasının özünde , emotional intelligence (duygusal zeka) yetersizliğinin de küçümsenemiyecek bir yeri olduğunu ortaya koyuyor.
Kitapta sayısız örnek olayla desteklenen konular , okumayı daha zevkli ve anlaşılır hale getiriyor.
Yazar ,The New York Times da davranış ve beyin bilimleri konularından sorumlu olup makaleleri dünya çapında yayınlanmıştır.

Diğer kitapları:
Vital Lies , Simple Truths : Yaşamsal Yalanlar , Basit Gerçekler
The Meditative Mind :Düşünen Zihin
The Creative Spirit : Yaratıcı Ruh

Giriş kısmından bir pasaj:

ARİSTO'nun Çağrısı
"Herkes kızabilir , bu kolaydır. Ancak , doğru insana , doğru ölçüde , doğru zamanda , doğru nedenlerle ve doğru şekilde kızmak, işte , bu zordur." ARISTO

New York'ta ağustos ayında , kavurucu bir akşam üstüydü, hani o , insana terlemenin verdiği sıkıntıdan surat astıran türden.. Otele dönerken Madison caddesinde n bir otobüse bindiğimde orta yaşlı zenci şoförün sıcak bir gülümseme eşliğinde nazikçe
"-Merhaba.. Nasılsınız ? demesiyle irkildim.
Bu selam , şehrin yoğun trafiğinde , yolunu bulmaya çalışırken otobüse binen herkese verdiği türdendi. Günün hastalıklı ruh haline girmiş olan bütün yolcular benim gibi irkildi ve pek azı bu selama karşılık verdi .
Ancak otobüs kilitlenmiş trfikte yoluna devam ettikçe, yavaş , hatta sihirli denilebilecek bir değişim meydana geldi. Şoför , bir monolog halinde bizlere , geçtiğimiz yerlerde neler olup bittiğinin bir dökümanını veriyordu :
"- O dükkanda müthiş bir ucuzluk , şu müzede harika bir sergi vardı. Bir alt sokaktaki sinemada yeni başlayan filmi duydunuz mu" gibi.
Şehrin zengin seçeneklerini anlatırken duyduğu zevk sanki bulaşıcıydı.
Otobüsten inerken , hemen herkes bindiği andaki sert kabuğunu kırmıştı.
Şoför ,
"-Hoşçakalın..iyi günler...! " diye bağırırken hepsi ona gülümsedi.
Bu olayın anısı yirmi yıldır bende yaşıyor. Madison Caddesi 'nde o otobüse bindiğimde , psikokloji doktoramı yeni tamamlamıştım. Ama o günün psikoloji öğretisinde , böylesi bir değişimin nasıl olabileceğine pek değinilmiyordu. Psikoloji biliminin duygu mekanizması hakkında bildikleri , hiçe yakındı.

Kendini iyi hissetmenin , otobüs yolcularından başlamak üzere , tüm şehre bir virüs gibi dalgalar halinde yayıldığını hayal ettiğimde , yolcuları üstlerine çökmüş somurtkanlıktan arındırabilen , kalplerini yumuşatan ,bir parça da olsa içlerini açan sanki sihirli bir güce sahip bu otobüs şoförünün kentin bir tür barış elçisi olduğunu düşündüm.

Bendeki nüshası 2005 yılına ait 29. basım olan Emotional Intelligence ( Why can it matter more than IQ ) adlı bu kitap , DUYGUSAL ZEKA NEDEN IQ DAN DAHA ÖNEMLİDİR adıyla olarak Varlık Yayınları tarafından ülkemizde ilk defa 1996 da yayınlamıştır.


Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

ÇALIŞKAN İNSANLAR CENNETİ'NDE YANLIŞ BİR ADAM


A Wrong Man In Workers' Paradise...
Bu , Rabindranath Tagore'dan , çok yıllar önce okumuş olduğum bir pasajın başlığı idi.
Okumaktan büyük haz aldığım ve bende etkiler yaratmış olan bu pasajı bu defa Türkçeleştirerek blogumda yer vermek istedim.
Ama ne kadar çabaladıysam da ,okurken aldığım lezzeti ,çevirirken hissedemedim ,daha doğrusu , her daim büyük bir keyif alarak okuduğum şeyi Türkçeleştirmeyi beceremedim.
Sağolsun kızım imdadıma yetişti.Benim , orijinalinden anladığı şeyi çevirememe gibi bir hastalığım olduğunu bildiğinden ,kızımın sayesinde bu hikayenin bildiğim kadarıyla ilk defa Türkçeye çevirisi de yapılmış oldu.
Ve bu hikayeyi Türkçe olarak ülkemizde okuyan ilk kişiler oluyorsunuz , bildiğim kadarıyla...

Nereden aklıma geldi derseniz....

Ender olarak yaptığım şeylerden birini yapmaktaydım yine...
TV nin karşısına geçmiş ,19:00 Ana Haber bültenini izlemekteydim..
Bir haber dikkatimi çekti...
Caddebostan sahilinde ilginç bir yarışma vardı....
Günlerden pazar ,hava güneşli idi.
Renk renk kumaşlardan ,tahtalardan ,plastik parçalardan yaptıkları motorsuz ve el yapımı planör ve uçaklarla kıyıda hazırlanmış 6 metre yükseklikteki rampalardan hızlanarak denize uçan ve 30-40 metre uzaklıkta , Boğaz'ın sularına gömülen yarışmacılar ,sahilde birikmiş , bu ilginç yarışmayı izleyen yüzlerce binlerce meraklılar , ne kadar da keyifli bir an yaşıyorlardı....
Amaç olabildiğince uzun süre denizin üzerinde havada kalmak ve izleyiciye hoş bir gösteri sunmaktı....
En uzağa uçmak kadar ,tasarım ve gösteri de jüri tarafından dikkate alınıyordu..
Uçanın ve izleyenin adrenalinin yükseldiği anlar çoktu..

Yine bir iki hafta önce ,kırlarda bir uçurtma yarışması vardı ...Renk renk uçurtmalar , daha yükseğe bütün görkemleriyle tırmanıyor ,masmavi gökyüzünde nazlı nazlı süzülüyorlardı..

Aylaklığa değil aslında , ... güzelliğe ,estetiğe , yaşam sevincine bütün övgüler..

İnsan , ruhuna , bazen güzellikler armağan etmeli , ruhunu , ciddiyetin asık suratına teslim etmemeli diye düşünürken ve o arada işte bunları izlerken , yıllar önce okumuş olduğum o güzel satırlar geldi aklıma...

İşte çevirisi……….
..............................................

ÇALIŞKANLAR CENNETİNDE YANLIŞ BİR ADAM

Adam , "salt yararlılık"* fikrine hiçbir zaman inanmamıştı.
Hiç bir "faydalı" işi olmadığı için , kendini zevklerinin o delice kaprislere bırakmıştı.
Erkek,kadın,kale heykelcikleri , ve deniz kabuklarıyla süslenmiş topraktan yapılmış antik şeyler yapmaktaydı. Resimler yapıyordu..
Bütün zamanını bu şekilde , tamamen yararsız ve gereksiz şeylere harcamaktaydı.
Herkes ona gülüyordu.. Bu yararsız uğraşlarından yakasını kurtarmaya yeminler ettiğinde ise , onları bir türlü aklından atamıyordu.
Bazı çocuklar vardır ..Derslerine nadiren çalışır , ama yine de derslerini geçerler.Bu adama olan da bunun benzeriydi.Dünya hayatını yararsız işlerle geçirmişti , ancak , ölümünde ,Cennet’in kapıları ona sonuna kadar açılmıştı.
Kiramen Katibin , yani Hesap Melekleri , Cennet’te bile yaptıklarınızı yazmaktaydılar.
Bu Adamdan sorumlu olan melek , büyük bir yanlışlık yaparak , ona “Çalışkan İnsanlar Cenneti” ’nde bir yer buldu.
Bu cennette , avarelik dışında her şeyi bulabilirdiniz.
Buradaki insanlar şöyle diyorlardı :
-“Tanrım..hiç boşa geçirecek zamanımız yok…”
Kadınlar şöyle fısıldaşır :
-“Haydi ,haydi…Çabuk olun…Zaman geçiyor”
Herkes ,zamanın paha biçilmez değerde olduğunu haykırmaktaydı.
“-Yapacak o kadar çok işimiz var ki , her bir dakikayı değerlendirmeliyiz.”

Her ne kadar şikayet edercesine iç çekerek söyleseler de , bu kelimeler onlara içten içe büyük haz veriyordu aslında..
Dünyadaki bütün hayatını , yararlı bir parçacık bir iş bile yapmadan geçirmiş olan bu yeni gelen , “Çalışkan İnsanlar Cenneti” nin mevcut düzenine hiç de uymuyor du…Sokakların ortasında amaçsız şekilde ,tembelce uzanıyor , telaş içindeki gelip geçen insanlarla çarpışıp duruyordu.
Yeşil çimenlerin üzerine ya da ,hızlı hızlı akan dere kenarlarında yayılıp yatıyordu.Bu davranışları her zaman meşgul çiftçiler tarafından kınanıyordu. Hep başkalarına ayakbağı oluyordu.
Aceleci bir kız vardı ,her gün testisini doldurmak için sessizce akan bir çağlayana giderdi. ( Evet , sessiz …Burası bir “ Çalışkan İnsanlar Cenneti” olduğundan , bir çağlayan bile enerjisini çağlayarak boşa harcamazdı.
Kızın hareketleri bir gitarın tellerinin üzerindeki hünerli bir elin hızlı hareketleri gibiydi.Saçları özensizce yapılmıştı ..Meraklı perçemleri ,harika koyu gözlerine bakabilmek içim alnına doğru dökülüyordu..

Aylak adam , derenin kenarında dikilmekteydi.Nasıl bir prenses zavallı yalnız bir dilenciyi görür de kalbi acıyla dolar , işte ,Cennetin bu meşgul kızı , onu gördü ve kalbi acıyla doldu.
“-A-ha ! “ diye hayretle haykırdı genç kız..
“-“Elinizde yapacak bir işiniz yok , öyle mi ?”
Adam içini çekti:
-“ Ne işi ? İşe ayıracak en küçük bir zamanım bile yok ! “
Kız , onun dediklerini tam anlayamamıştı :
“-Eğer isterseniz size yapacak bazı işler ayarlayabilirim..”
Adam cevap verdi:
-“Sessiz Çağlayanın Kızı ! Bu kadar zamandır sizin ellerinizden çıkmış bir işi almayı bekliyordum..”
“-Nasıl bir şey isterdiniz?”
-“İhtiyaç duymadığınız testilerinizden birini bana verebilir misiniz?”
“-Bir testi mi ? Çağlayandan su almak için mi ?”
“-Hayır ,testinizin üzerine resimler çizeceğim “
Kız sinirlenmişti:
“-Gerçekten resim mi.. ? Senin gibi birine harcayacak zamanım yok .Ben gibiyorum.”
Ve kız uzaklaştı …
Fakat meşgul bir kişi nasıl olur da yapacak hiçbir işi olmayan biriyle iyi geçinebilirdi ?
Hergün karşılaşıyorlardı , ve karşılaştıkları hergün , kıza:
“-Sessiz Çağlayanın Kızı ! Kil testilerinden birini bana versene…! Onun üzerine resimler çizeceğim”
Kız en sonunda dize geldi. Testilerinden birini ona verdi..Adam resim yapmaya başladı. Çizgiler çizgileri kovaladı , renklere renkler kattı.
İşini bitirdiğinde , kız testiyi kaldırdı , testinin her yanına ,gözleri şaşkınlıktan büyümüş vaziyette göz gezdirdi.
Kaşlarını çatarak sordu :
“-Bütün bu renkler ve çizgiler ne anlama geliyor ? Bunların gayesi ne ?”
Adam güldü :
“- Hiçbir şey…! Bir resmin hiçbir anlamı olmayabilir ve hiçbir gaye de taşımayabilir…”

Kız testileriyle uzaklaştı…

Evde , meraklı gözlerden uzakta , testiyi ışığa doğru tuttu. Evirdi çevirdi , her açıdan resimleri iyice inceledi . Gece yatağından kalktı . Bir lamba yaktı .Tekrar tekrar , evire çevire testiyi sessizlik içinde yeniden inceledi..
Hayatında ilk defa , hiçbir anlamı ve amacı olmayan bir şey görüyordu.
Ertesi gün Sessiz Çağlayan’a gitmek için yola çıkarken , o aceleci ayakları , sanki eskiye göre biraz daha az acele ediyordu.İçinde , yeni bir his uyanmış gibi görünüyordu .Bir his ki , hiçbir anlamı ve hiçbir amacı yokmuş gibi görünen bir şey….
Ressamı Çağlayan’ın kenarında ayakta dikilirken gördü ve şaşkınlık içinde sordu:
“-Benden ne istiyorsun ? “
“-Sadece , ellerinden çıkmış birkaç iş daha …! “
“-Nasıl bir şey istiyorsun ?”
“-Saçın için renkli bir kurdela yapayım mı ? “
“-O ne işe yarayacak ? “
“-Hiç..! “
Renklerin pırıl pırıl parlattığı bir kurdela yapıldı..
“Çalışkan İnsanlar Cenneti” ’nin meşgul kızı , şimdi hergün , pek çok zamanını , o renkli kurdelayı saçına çepeçevre takarak geçiriyordu . Dakikalar , hiç bir işe yaramadan geçip gidiyordu. Çoğu iş yarım bırakılmış olarak kalmıştı.


“Çalışkan İnsanlar Cenneti” ’nde işler sarpa sarmaya başlamıştı .
Daha önceleri çalışkan olan insanlar şimdi avare olmuştu. Paha biçilmez değerdeki zamanlarını resim yapma ve heykel gibi yararsız işlerle boşa harcıyorlardı.
İleri gelenler ve yaşlılar endişeliydi.Bir toplantı düzenlendi. Herkes böyle bir durumun , “Çalışkan İnsanlar Cenneti” tarihinde bugüne kadar görülmediği konusunda fikirbirliği içindeydi.
Adamdan sorumlu melek , telaş içinde geldi , bir baş hareketiyle ihtiyarlar meclisini selamladı ve bir itirafta bulundu :
“-Cennet’e yanlış bir adam getirdim” dedi . “Ve maalesef , her şey onun yüzünden bu hale geldi”.
Adam meclisin huzuruna çağırıldı .
Geldiğinde ,yaşlılar onun fantastik elbiselerini ,antika fırçalarını , resimlerini gördüler. Ve hemen , onun “Çalışkan insanlar Cenneti” için uygun bir tip olmadığını bildiler .
Başkan , kararlı ve sert bir ifadeyle :
“-Burası kesinlikle senin gibilere göre bir yer değil…Burayı terk etmen gerekiyor. “
Adam içi rahatlamış bir şekilde , fırçalarını ve resimlerini topladı .Fakat tam yola koyulurken , “Sessiz Çağlayan’ın Kızı” ayaklarını sürüye sürüye , sendeleyerek geldi ve arkasından bağırdı:
“-Biraz bekle …Ben de seninle gidiyorum”

Yaşlılar Meclisindekilerin şaşkınlıktan nefesleri kesildi.
”Çalışkan İnsanlar Cenneti” nde hiçbir zaman asla böyle bir şey olmamıştı .Hiçbir anlam ve amacı olmayan birşey, asla ve hiç bir zaman..…..”

(Benzer konular:
Yaşadığın her gün özeldir
Ruhlarınıza fırsat tanıyın )


..............................................

Yazar : Rabindranath Tagore
Çeviren : Zeynep BİRCAN
( Muğla Üni.Eğitim Fak. İng.Öğretmenliği )
Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

Çıktım Belen kahvesine , Baktım Ovaya................


Müzikli bir yere gitmişseniz , bulunduğunuz yerlerde müzik çalınıyorsa , ormancı olduğunuz öğrenildiği anda , şarkı söyleyen , yanınıza sokulur , " şimdi de ormancılar için söylüyorum " der ve başlar söylemeye :

-Çıktım Belen Kahvesine ,baktım ovaya ,

-Bay Mustafa çağırır ,Dam'oynamaya................

Nefis bir Muğla türküsüdür bu....

Melodisi ve hikayesi , sizi alır götürür bir köy meydanına , yıllar yıllar önceye..............

İşte , ilginç öyküsü ve ezgisi bu çok ünlü türkünün ...
devamını BURADAN izleyin...


Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

ÇOK MU KOMİK ?

İvedik'e hem saldırmak (komik bulmak) hem de saldıramamak (acımak, empati kurmak) bir psiko-patolojiye işaret ediyor: İçindeki İvedik'i fark etmek ve daha önemlisi, bunu önemsememek, bu duruma, kendine kahkahalarla gülmek. Filmin etik çıkmazı ve trajedisi bu!

ORHAN TEKELİOĞLU

Film çıkışında genç bir çocuk kız arkadaşına "sus leyn!" diye höykürüyor, kız da bu "nazik" hitap şeklini, ağızdan nasıl çıkarılabildiğini pek anlayamadım bir uğultuyla anında cevaplandırıyordu.
Bu çifti ve de sinemada çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu, ancak çocukluk yıllarında anlam ifade edebileceği düşünülebilecek bir espri anlayışının kitleleri kahkahaya boğmasının anlamı ne olabilir?
İlk gençlik yıllarımda okuduğum ve şu anda adını anımsayamadığım bir mizah öyküsünde Aziz Nesin, yıllar sonra şehir hatları vapurunda tesadüfen karşılaşan iki "kelli felli" beyefendinin nasıl birbirlerine "enseye tokat" giriştiklerini, "çocuk gibi" güreşmeye başladıklarını, sanki etraflarında kimse yokmuş gibi birbirlerine "lan'lı ulan'lı" hitaplarla bağırarak konuştuklarını anlatıyordu.
Benzer sahneleri yakın ya da uzak çevrenizde görmediğinizi sakın söylemeyin, asla inanmam. Bu bir türlü büyüyemeyen "asi" ama "asil" bir ruh, uydurma bir çocukluk hayaline takıntılı olma, sürekli olarak yerli yersiz küfürümsü sözcükler savurma, kıllardan oluşmuş bir "zonta" görüntüsü eşliğinde sallapati hareketler ve bunları "acayip komik" bulan bir seyircinin kolayca bir sosyolojik analizi, belki yapılamaz ama bu durumun, psiko-patolojik bir reflekse gönderme yaptığından söz edilebilir diye düşünüyorum.
Mizah üstüne yazan kuramcıların olmazsa olmaz çıkış noktası olan Freud'un geçen yüzyılın başlarında yazdığı Gündelik Yaşamın Psiko-patolojisi ve Şakalar Ve Onların Bilinçdışıyla İlişkisi adlı yapıtlarında altını çizdiği gibi "şaka" ve gülme eylemi, "adı üstünde, şaka işte" denemeyecek karmaşık bir toplumsal iletişim biçimidir.
Kendi kendimize hatırlayıp güldüğümüz durumda bile aklımıza gelen bir şakanın, komik bir hikâyenin üç ekseni vardır: Anlatan, dinleyen ve anlatılan. Sinemada gösterilen bir film de sonuç olarak bir anlatıdır ve burada bu üç eksen kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Recep İvedik, adını kahramanından alan ve doğrudan kahramanının eğlentili serüvenlerini perdeye yansıtan bir anlatı olduğuna göre, yukarıdaki üçlü eksenin anlatan ve anlatılan uçlarını birbiri üstüne yerleştirir ve komik hikâyeyi doğrudan anlatılan ile dinleyen (sinemada "izleyici") arasında kurar.
Mizah ya da gülmecenin mekaniği şöyledir: Beklenmedik bir davranış, durum ya da söz karşısında şaşıran ve dolayısıyla gerilim durumuna giren bir kişi, bu durumdan kurtulmak için fiziksel bir boşalım hareketi (gülme eylemi) yapar.
Beklenen ile beklenmeyen davranış arasındaki fark ne denli büyük olarak algılanırsa, gülme eylemi de o denli büyük olur. Kahkaha bir boşalımdır ve gülene, Freud'un başka yerlerde de kullandığı "haz ilkesinden" dolayı, büyük bir "haz" verir.
İnsan topluluklarında mutlaka bir mizah anlayışının olmasının, şaka yapmadan, gülmeden, gülerek eğlenmeden yaşayamamanın nedenlerini anlamanın biricik yolu, mizahın hedefini anlamaktan geçer. Nedeni olmayan bir şaka, yöneltilmeyen bir espri, hedefsiz bir mizah yoktur. Freud'a bakarsak, modern toplumlarda, toplumsal olarak kabul edilebilir tek "saldırı" (aggression) biçimi mizahtır.
Özünde saldırgan bir davranış olan şaka, genellikle o anda orada olmayan ve sevilmeyen üçüncü bir kişiye yöneltilmiştir. Gülme, simgesel bir düzlemde çalışan, "uygar" bir infaz eyleminden başka bir şey değildir. Gülme, bu biçiminde ("saldırı") kesinlikle ince bir zeka, ona gülen için ise entelektüel bir mizah duygusu gerektirir.
Mantık olarak "saldırıya" benzese de, biçim olarak farklılaşan, daha az bir entelektüel donanım ve mizah duygusu gerektiren bir başka güldürme biçimi ise "teşhirdir" (exposure). Burada durum biraz daha farklıdır, Anlatılana yapılan saldırının ana silahı "kaba saba" davranış ve sözcüklerdir. Güldürü anlatısının araçlarını (kaba sözcükler, davranışlar) dinleyen (ya da "izleyen"), ancak o saldırı biçimini benimser ve onaylarsa, bir mizah duygusu ortaya çıkabilir.

Gülünesi durumlar

Konuyu biraz daha açıp İvedik'e bağlamak istiyorum. İnsandaki gülme eylemi bazen mizaha ihtiyaç duymadan, şaka yapmadan da ortaya çıkabilir. Bazı kişilerdeki sosyalizasyon sonunda edinilmiş bazı özellikler (belirli bir yörenin ağzıyla konuşmak gibi), yersiz kullanılan bazı sözcük ve davranışlar (sokak ağzı ya da argo kullanımlar gibi), bazı ilişki biçimleri (aşırı nezaket gösterme gibi), beden tipolojileri (çok kıllı olmak gibi), bazı hayvanlar (zürafa gibi) ve hatta bazen cansız nesneler, görünümlerinden ötürü mizaha ihtiyaç duymadan "gülünç" olarak algılanabilir. Bu bizi şaşırtan dünyevi oluşumlara en çok çocuklar güler ki, bu da pek şaşırtıcı olmasa gerek. Duygularını toplumsal normlar "süzgecinden" geçirmeyen biri (Freud burada naif yani "doğal" sözcüğünü tercih ediyor) toplumsal olarak beklenen bir davranışı bilmiyor (çocuklar gibi) ya da takmıyorsa (İvedik gibi) komik ya da gülünesi bir duruma düşer.
Sokak tarzı esprilerde "naif olanı taklit etme" de benzer bir mekanizmayla çalışır. Örneğin bir karikatüre bakınca, taklit yoluyla resmedilenle aslını ya da daha da önemlisi, kendimizi karşılaştırıp aradaki farkı görür ve buna güleriz. Böylece karikatürde resmedilen hem sizden uzaklaşır, hem de zavallılaşıp aşağılanabilir bir konuma gelir. Recep de, sonuç olarak, bir zonta parodisi ve kişilik karikatüründen başka bir şey değildir. Tabii ki bu noktada "vicdanımız" devreye girebilir ve acıyabiliriz bu zavallıya. Zaten, İvedik filmini seyredenlerden bazıları Recep'i hem doğal hem de acınası bulduklarını söyleyip bu karaktere sempatiyle yaklaşıyor, kabasaba da olsa onun "özünde" iyi biri olduğunu düşünüyorlar.
Sempatinin empatiye dönüştüğü bu nokta, bu filmi anlamlandırmak için aradığımız anahtarın sanırım şifresi de oluyor. İvedik'e hem saldırmak (onu komik bulmak) hem de saldıramamak (acımak, hatta empati kurmak) önemli bir psiko-patolojiye işaret ediyor: İçindeki İvedik'i fark etmek ve daha da önemlisi, bunu önemsememek, bu duruma, yani kendine kahkahalarla gülmek. Bu filmin etik çıkmazı ve trajedisi bu!
Recep İvedik, bir türlü büyümeyen bir çocuğun "genç ve komik bir zonta" olarak kendini eleveren trajikomik bir portresinden başka bir şey değil galiba. Seyircisi, bu şen şakrak çocuğa bakıp "sen ne de komik bir zontasın!" diye gülerken hem kendini buluyor, hem kendine gülüyor hem de filmin temel anlatısını da yazıyor: "Ne var yani, gencim, güzelim, kompleksliyim, komiğim, zontayım, zontasın, zontayız..."

ORHAN TEKELİOĞLU: İzmir Ekonomi Üni.

RADİKAL
Devamını Okumak İçin Tıklayın..!

" Sanat şen midir? "


Sağı solu karıştırırken rastladığım , Elif ŞAFAK'ın bu yazısi , bazen tartışmakta olduğumuz entellektüel ve magazin toplumu ayrımına ilginç bir yaklaşım içerdiğinden paylaşmakta yarar gördüm....




Adorno`nun bir makalesinin başlığıdır bu. "Sanat şen midir?" diye sorar ünlü filozof.
Dünya tarihinin en acı, en sancılı dönemlerine tanıklık eden, gene de insanı, insanlığı anlamaya çalışmaktan bir an bile vazgeçmeyen Adorno için önemli bir sorudur bu.
Şenliğe yer var mıdır sanatın içinde yoksa ciddi mi olmak zorundadır her zaman , çoğu zaman? Kısmen de olsa hak verir bu tespite. Sanat insanlar için bir haz kaynağıdır. Eğer bir kitap ya da film veya beste keyif vermiyorsa, yarı yolda bırakacaktır sanatçıyı. Güzellik ve haz ve keyif sanatın olmazsa olmazlarıdır.
Aslında belki de kaskatı bir donukluğun ve ciddiyetin eleştirisidir sanat. Gevşeyebilmeyi, gülebilmeyi, hayatın şen yanlarını öne çıkarabilmeyi isteyen ve savunan bir ses...
Bununla beraber bu tespite gereğinden fazla fazla prim vermek istemez Adorno . Zira "hüzün" de temeldir sanat için.
En basit terimlerle ifade edecek olursak, "şenlik" ile "hüzün" arasında bir noktada konumlandırır Adorno sanatı. Ve bu konumlanışın yüzyıllardır çeşitli filozoflar, eleştirmenler, yazarlar ve şairler tarafından ele alındığını, sorgulandığını vurgular. Bir şiirde geçtiği gibi: "Birçokları en neşeli şeyi neşeyle söylemeye çalıştı boşuna/ İşte sonunda anlatıyor kendini bana, burada hüznün ortasında."
Peki nereden çıktı bu tema diyebilirsiniz? Aslında sanatın alıcısını ne kadar eğlendirip, keyiflendirip, aynı zamanda ne oranda hüznü ve kederi anlatacağı sorusu hiç dinmeyen bir soru. Her zaman bizimle beraber gelen.
Ancak bizde bir çifte standart var. Sanki " Ciddi kitap " eğlendirmez gibi bir beklenti.
Öte yandan " popüler kültür " diye tanımladığımız ve aslında kolayca geçiştirdiğimiz muazzam bir alan var ki orada da eğlencenin temel dinamik, eğlendirmenin esas amaç olduğu varsayılıyor.

Yani şiir gibi, roman gibi, inceleme kitabı... gibi ürünler düşündürür, kederlendirir ama televizyon ve hatta sinema eğlendirir diye bir ayırım yapılıyor. Bu ayırımın temelinde şöyle bir hiyerarşi yatıyor. Ciddi sanat dalları daha yukarıda, daha âlâ, popüler kültüre hizmet eden sanat daha aşağıdaymış gibi bir algı var. Televizyon işi yapmak entelektüel dünyanın dışındaymış gibi algılanıyor bu yüzden. Ne yazık ki bilhassa edebiyatçılar ya da edebiyat eleştirmenleri arasında yaygın bu önyargılar. Televizyon izlemek bir kültürsüzlük, televizyon işi yapmaksa "gayri-entelektüel uğraş" olarak algılanıyor nice zaman.
Yaklaşık sekiz aydır hikâyesini yazdığım Menekşe ile Halil yakında sona eriyor. Kanal D `de gösterilen bu aşk hikâyesini kaleme alıp, gayet profesyonel senaristlerle ve başarılı bir ekiple beraber çalışmak, bir televizyon ekibinin nasıl hummalı bir tempoyla haftabehafta çalıştığına tanıklık etmek son derece zenginleştirici, aynı zamanda keyifli bir çalışma oldu benim için, baştan sona.
Dizinin hikâyesi bütün engellere, toplum ve aile baskısına, ataerkil önyargılara rağmen aşkı yaşamaya çalışan, aşklarına inanan bir çiftin serüvenlerini anlattığından, hüzün de keder de dizinin yapıcı unsurları oldu.

Ancak aynı zamanda bir televizyon dizisi eğlendirici, sürükleyici, şenlikli olabilmeliydi. İşte bu iki dinamik arasında örerken kurguyu Adorno `nun eski sorusu sık sık takıldı aklıma. Ne kadar hüzün? Ne kadar şenlik olmalı bir sanat yapıtında?
Sanatta hüzün-şenlik dengesi hayatın içindeki dengeden farklı değil aslında. Nasıl ki hayatımızın her adımında, her aşamasında içiçe geçiyorsa güzellik, saadet ve şenlik ile hüzün, karamsarlık ve kaygılar, sanat dallarında da bu böyle.
Bir hiyerarşi olamaz, çizilemez sanatın farklı dalları arasında. Ne edebiyat üstün ve nezih bir mecra, daima ciddiyet gerektiren; ne de televizyon daima eğlendiren bir boş kutucuk, entelektüel dünyanın dışında.
Popüler kültürü küçümsemek ya da ötelemek bir yana, önemseyerek anlamaya-okumaya-hissetmeye çalışmak daha doğru olsa gerek sanatçılar için.

Yoksa elitist bir yaklaşımla, öyle tepeden inmeci bir bakış açısıyla insanı anlayamaz, anlatamayız. Ne hüznü ne neşeyi...

Elif Şafak -2008-04-22 - ZAMAN

Devamını Okumak İçin Tıklayın..!
Web Analytics