Perihan Mağden
Birkaç gün önce Maral'la (Dink) buluştuk. Ben ilan ettim ya; artık röportaj-altı olduğumu, konuşmayacağımı hatırı sayılır bir zaman. (Sussss!)
Maral o güzel çekingenliği ile 'Biliyorum' diye söze başladı. Ama Agos başka. Onu da biliyordu. İşte röportaj yapmaya benimle, elinde birkaç sayıyla gelmiş.
Bu sabah okurken Agos'ları, Arat Dink'in babasız geçirdiği ilk babalar günü üstüne yazısını okudum. Benim gözlerim doldu.
Buyrun, siz de okuyun.
"mutlu sun baba" Hokkosu Nora'yı tembihlemiş, o da çocuk ekonomisiyle lafı bu hale getirmiş. "mutlu sun baba".
Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, göz hizası, parmak ucunda masa hizasına gelen bir peri, bir pazar sabahı, kahvaltı masasında, kelebek elleriyle dürtüp seni böyle "mutlu sun baba" derse, elbette önce "Tanrı'ının bir mesajı mı?" diye düşünürsün.
Sonra her fırsatta düştüğün hayal dünyasından çıkar, "Şimdi bizim mutlulukla ne işimiz var dersin, ne demek istiyor bu çocuk"...
En sonunda düşen jeton boğazında düğümlenir; bugün babalar günü, ve ilk defa bir insan yavrusu, dilinin döndüğünce senin babalar gününü kutluyor ve ilk defa sen babasız bir babalar günü sabahı kahvaltı eden oğulsun.
Gözyaşı merceği tuhaf çalışır, küçük Nora büyür, baba ufaldıkça ufalır. Islak bir ekmeği yemek tatsızdır ama düğümlenmiş bir boğazdan da böylesi daha rahat geçer. Nora'ya tek bir şey demek geldi içimden: Benim babam senin babanı döver.
Daha ilkokul çağımdayken bile, arkadaşlarımın ağızlarını doldura doldura babalarından bahsetmelerinden hoşlanmazdım. Oysa senin hakkında anlatacak sağlam hikâyelerim vardı. İçimden, "Ulan benim babam var ya, benim babam" diye düşünür, ama ağzıma getirmez, sıramı savardım.
Bir oğlun babasını anlatmaktan daha iyi şeyler yapması gerektiğine inandım hep. Biliyorum ki sen de, babasını anlatan bir oğul olmamdan fazlasını isterdin benim için.
Oğullar babalarını yenmedikçe bir dünya nasıl ilerler... Katillerin aldıkları bir şey de çocukların babalarını yenme hakkıdır.
Ellinci gününde adını koyduğun hasadı kucakladım, geldim baba evine, "Baba elde var iki, bak işte Karuna" diyesi yüreğim, baba evinde baba yok, babam oy. Olaydın da göstereydim sana, çocuğun adı Nare mi olacakmış Karuna mı! Sen kazandın.
Hasadı toprağından söküp kucağıma verdiğinde doktor, Nare daha öyle çamur, seni gördüm ilk, işte gözyaşı merceği, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken... "Eyvah!" dedim sonra, senin burnun bir kıza yakışır mı acaba?
Nare'ye ilk bakışım öfkelidir. Yokluğunun üzerine inşa edilmiş her şeye öfke duyduğum gibi; çünkü bütün bunlar zamanı geri çevirmeyi zorlaştırıyor. Öyle saf, öyle canlı, öyle temiz karşımda duruyor. Tuhaf bir öfke ve aşkla bağlıyım ona, hem senden yadigâr, hem yokluğunu bana anımsatan, elimde bir düğüm. Çaldı kaçtı bir kere kapımızı ölüm.
Yaşam her gün Nora'nın çıplak ayak sesleri, Nare'nin gülücükleriyle çalıyor kapımı. Torunların seni kardeşlerinle aldatıyor, ben yaşamla her gün aldatıyorum seni.
Senin babalar gününü hiç kutladım mı hatırlamıyorum. Elbette sana tek tük bir şeyler aldığımı, sana sarılıp öptüğümü, sakallarını yanağıma sürttüğünü, kaşlarını parmaklarıma doladığımı, çenendeki çukuru, yüzündeki her çizgiyi hatırlıyorum.
Ama sana hiç öyle doğrudan gelip "Babalar günün kutlu olsun" dediğimi hatırlamıyorum. Bizim aile ilişkimiz hep uzak oldu böyle klişelerden, sevgi saygı sözcüklerinden, teşekkürlerden.
Bazı arkadaşlarım anlatmıştır, bildik hikâye işte; yaşları geldiğinde babaları bunları alıp Karaköy'de bir yere götürürlermiş. Gördün mü bak, ne babalar var. Oysa sen beni hiç kerhaneye götürmedin.
Ergenliğimle ilgili tek hatırladığım şey, pipimle çok oynayıp oynamadığımı ara sıra sorman ve bunun makul düzeyinin ne olması gerektiği hakkındaki konuşmalarımızdır. Çok sonra bir gün aldın beni, "Hadi senin yaşın geldi" deyip Şişli Adliyesi'ne götürdün, hâlâ yargılanıyoruz.
Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, pireler berber, hukuk deve olmuş. Kötü adamlar etrafımızı sarmış, öyle kötü ki, kötülükleri çizilmiş karakterler olduklarını ele veriyor.
O zamanlar okumuştum hayvanlar âleminden bir haberde: Maymunlar meğer konuşurlarmış, tehlike anında haberleşirlermiş; dört 'pyot' üç 'hak', buradan gitsek iyi olur demekmiş.
Pyot pyot pyot pyot hak hak hak, baba pyot, canım hak. Artık zamanda geriye gitme konusunda umudum oldukça az. Zaten seninle son adam akıllı konuşmamız da bu konudaydı.
Ben bu Aynştayn denen adamın zamanda 'görelilik' hikâyesini, çok çabalamama rağmen anlayamamış, sana sormuştum. Seninle evren hakkındaki o güzel konuşmalarımızdan sonuncusunu yapıyormuşuz meğer.
Şimdi yavaş yavaş kanıksıyorum. Nora ve Nare koşuştururken, senin o uzun kaşlarına, ayakları takılıp düşemeyecekler, çenenin çukurunda yüzemeyecekler. Seninle hiç evren hakkında konuşamayacaklar.
Keşke imkân olsa da, şimdi bütün klişelerle sana seslensem. Seninle gurur duyduğumu haykırabilsem, en çok da 'kameraların karşısında gözyaşlarına hâkim olamadığın' gün...
Başkaları gibi, maçayı dik tutmak lazım diye düşünmeden, senin gözlerin dolarken,
"İşte babam" dedim "işte babam, çırılçıplak insan". "Şahadetin kutlu olsun" diye haykırdı mezarının başında yüzbinler.
Şimdi de: Babalığın kutlu olsun, amen. ARAT DİNK
Perihan Mağden