babalar ve oğullara dair ...


Gecenin koynunda yükselen ay gibidir oğullar. Ay, karanlığı dağıtırken bir taraftan, karanlığa zıt beyazlığıyla da gecenin koyu karanlığını besler gizlice.
Göğün orta yerinde olmasaydı dolunay, gecenin karanlığı bu kadar görünür olmazdı, besbelli. Aysız bir gece karanlık olurdu sadece ve karanlık karanlıkta kalırdı. Ay ışığının hâlelerinden öte başlayan kuzgunî karanlık, sınırlarından ve zıddından yoksun kaldığı için tanımsız kalıverirdi.

Ay, böylece daha bir görünür kılar geceyi; ama tam da böyle yapmak için gecenin koyuluğuna reddiye getirmeyi de göze alır. Kıyısından kırpar geceyi; ucundan azıcık alır. Oğullar, babaların hayata dair deneyimlerini uzak yıldızlar gibi hem saklayıp hem açık ettikleri yaşlılığın gecesinde yükselen dolunaylar gibidir.

Babaların içlerinde yıldız yıldız sakladıkları aydınlıkları iyice görünür ederken, varlıklarının bir ucuna da çentik atarlar. Ay gibidir oğullar; babayı hem gözlerden saklar, hem gözler önüne salar.

Tarihin büyük ölçekli gece ve gündüzlerine işaret eden saltanatlar, babalar ve oğullar arasındaki nöbet devirlerinin büyüteçleri gibidir.

Biliriz ki babanın ölümüyle oğul kral olur; baba ölümün saltanatına boyun eğerken, oğul da bir ölümü saltanata çevirir. Oğullar tahtlarının ayakları babaların mezar taşları üzerine oturtulur gibidir.

Günler böylece babalar ve oğullar arasında bölüştürülür, nöbetleşir. Birinin payına ölüm düşer, birininkine hayat.

Bir gelgitin orta yerinde bir aşağı bir yukarı sürüklenir baba ve oğul. Önce baba için vardır oğul; bir oyuncak gibi. Bir bebeğin anne karnına kıvrılışı, rahimden kopup yeryüzüne çığlık çığlığa varışı, babanın hatırı için katlanılır bir şey gibidir. Hepimiz baba hatırına böyle bir macerayı yaşayarak geldik babamızın dizleri dibine…

Oğullar da (elbette ki kızlar da!) memnundur oynanıyor olmaktan, oynadıkları oyuncaklar içinde en güzeli babadır. Bu çağda, bilek güreşinde babayı yener oğul; baba yenilmiş gibi yapmakla çıkarır zaferinin tadını. Nasılsa, iktidar ondadır; oğlunun gözlerinde seyrettiği zafer pırıltıları kendi zaferinin güneşidir aslında.

Sonra sonra, oyuncak kontrolden çıkar; uzaktan kumandayı tanımaz olur, kendi başına hareket etmeye başlar. Pilini çıkarsan durmaz, kutusuna koysan kalmaz.

İşte o zaman, yavaş yavaş babaya rağmen var olmaya başlar çocuk.

Babanın yanında ama babadan bağımsız, babanın önünde ama babanın ötesinde bir kişilik uç vermeye başlar artık. Yeni ve ayrı biri olur oğul.

Babasıyla arasındaki baba sıfatı, neredeyse folklorik ve nostaljik bir bağa dönüşür. Eskisi kadar organik ve kopmaz değildir baba-oğul ilişkisi.

Bağımsız bir kişilik sahibi olmak, babayı aşmayı gerektirdiği gibi, beğenmemeyi de getirir yanında... Babanın dizleri dibinden kalmak rahatsızlık verir oğullara.


Annenin yıllar önce yaşadığı fiziksel doğuma denk düşer bu kopuş…

İyi ki öyledir, iyi ki babalar bu rahatsızlığı göze alırlar da oğullarının kendilerinden kopmasına izin verirler; yoksa yeryüzü yeni kraldan, taze heyecanlar yüklenmiş, yeni bakışlar kuşanmış bir sultandan yoksun kalır.

Hep anne rahminde kalmak ne kadar cazip fakat makul olmayan bir seçenekse, hep babanın dizi dibinde durmak da rahatsız edici bir rahatlıktır.

Bundan sonra, bilek güreşi sahicileşir; sahiden yenilir baba; yenilirmiş gibi yenilmez. İşte bu galibiyetin ardından, oğul gözlerindeki zafer pırıltısını eskisi kadar açık edemez, baba da oğlunun gözlerindeki pırıltıya kolayca sevinemez.


Biri utanır gibidir varlığının babasının gölgesinden dışarı taşmasına, diğeri de kendi hayatiyetinin ne de olsa bir başkasının varlığına nabız olmasını hazmedemez. Ama sonunda, oğul utanmaktan, baba da hazımsızlıktan kurtulmaya mahkûmdur. Göbek bağı kesilir, kesilmelidir.

Gün akşam olur. Ay, hem geceye rağmen, hem gece olduğu için yükselir ufukta…
Olmadı bir de şöyle anlatayım:

Sararmış yapraklarını emanet ettiği toprak gibidir oğulların yüreği babaya… Çınarın tohumlarını dökmesi o kadar da çelişkisiz ve pürüzsüz seyredilecek bir manzara değildir. Bir düşün ki, kocaman bir çınarsın, göğü dört bir yandan dal dal kucaklıyorsun, cümle rüzgârlara selam vermişliğin ağırbaşlılığı saklı yaralı teninde, cümle yağmurları ağırlamışlığın sakınmazlığı saklı dal uçlarında…

Budaklarında geçmiş zaman sancılarının sızıları uyuyor; kuru yapraklarında nice günler görmüşlüğün sükûneti, nice ölümlere tanıklık etmenin teslimiyeti kıpır kıpır geziniyor.

O kadar büyüksün, o kadar genişsin, o kadar fazlasın, o kadar için içine sığmaz haldesin. Ama kendini bir çekirdeğin bağrına sığdırıyorsun. Küçülüyorsun, haşarı ve hoyrat, vurdumduymaz ve hafifmeşrep bir çekirdeğin savrukluğuna bırakıyorsun kendini.

Sen gidiyorsun, o geliyor. O gelsin diye sen gidiyorsun. Tükenişini, vakitten habersiz, akşamın hüznüne bigâne bir delikanlı tohumun soğuk ve katı yüreğine fısıldıyorsun.

Oğlun babasını toprağa bırakması razı olunur bir şeydir; doğal bir akıbet, umulan, beklenen, şaşırılmayan bir son… Oysa, babalar oğulları onları toprağa vermeden çok önce, toprağa teslim olmuşlardır.

Oğul vermek, hemen fark etmese de, toprağa düşebilirliğin habercisidir baba için…

Oğlu, bir ihrama sarar gibi, hiçbir şey edemezliğe, kendisine müdahale edemezliğe, özgürlüğünü kısıtlayamazlığa, varlığını yanında hissettiremezliğe doğru sürer usulca babasını. Sanki şeffaf bir kefenle sarıp sarmalar babasını.

Çekirdek, çınarın varlığının nişânesidir, yeni zamanlara tutunuş çığlığıdır ama çınarın varlığın kıyılarından çekilişidir de… Çınar çekirdekte ne vardır ne yoktur, hem vardır hem yoktur. Ve kimse bu çelişkiyi çözememekten rahatsız da değildir. Baba ve oğul çelişkisi de böyle işte; rahatlatıcı bir çelişki.

Çelişki demişken, gece sadece karanlığı emziriyor değil aslında; ay’ın aydınlığını da besliyor… Gece karanlıkta kalmaya razı olmasaydı, kim fark ederdi ay’ın yükselişini? Gece, nice göğsünde yalım yalım yanıp duran yıldızlı aydınlıkları mütevekkil bir edâ ile susturmasaydı, kim duyardı ay’ın cılız ayak seslerini?

Not: Bu yazıyı bitirmek üzereyken, kızım Zeynep sokuldu kucağıma, göğsüme kıvrılıp uyudu. Normalde annesine yapardı bunu… O şimdi sessizce nefes alıp verirken, sanki varlığımı yeniden keşfediyor gibiyim. Bilseniz, beni benden ne kadar memnun etti o küçük göz kapaklarının usulca kapanışı…
Baba olduğuma bir kere daha memnun oldum. Biliyor musunuz, tam bir haftadır, eşimin hacca gidişinden ötürü, anneleri olmaksızın, arada annelik filtresi olmaksızın babalık ediyorum çocuklarıma. Tamponlu bölge aradan kalkınca, başka türlü oluyor babalık... Duygularımı yeterince safça içime daldırabilseydim, içeriden dilime bulaşan renkleri açık etmekten utanmasaydım, bugün size “Filtresiz Babalık” başlıklı bir yazı yazardım herhalde… Ama olmadı işte…Belki de Zeynep’in bu sürpriz “baba çıkarması” “Babalar ve Kızlar” başlıklı bir yazıya borçlu kılıyor beni…

Yazar : ?

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Hocam güzel bir değerlendirme olmuş.Emeklilik vakti sana da Hac kısmet olsun diliyorum.

Web Analytics