(Refik Halid KARAY'ın Memleket Hikayelerinden )
Harman sonunda ambarlarını zahire ile doldurup kilerlerine
pastırmalarını, avlularına odunlarınıistif eden halk, hükûmet konağı altındaki sıra kahvede
toplanır, gevezelik ederek kışı tasasızca karşılarlardı.
Yenecek ve yakacak ne
lâzımsa eylül içinde hazırlamak, soğuk aylara kaygusuz bir zihin, rahat bir
yürekle girmek memleketin âdetiydi. [Etlik] dedikleri bu müddet kırk gün sürer,
kırk gün kasabada peri, dev masallarındaki şehzade düğünlerini hatıra
getiren bir hazırlıktır giderdi.
Bacaların boğula tıkana tüttüğü,kazanların tap
köpüre kaynadığı, evlerin sucuk dizileriyle çepeçevre donandığı bu gürültülü,
telâşlı günlerin arkasından ortalığa,derhal, güz yağmurlariyle beraber derin
bir uyuşukluk çökerdi.
Artık satır sesleriyle değirmen taşlarının uğultusu
diner, baltaların çalışması biterdi.
Dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklariyle vücutlarının,
ocaklarınınyiyeceğini hazırlamış olan bu halkkahvelere dolarak vakitlerini
nargile höpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sık fasılaya uğrayan mânasız
sohbetlere dalmakla geçirirlerdi.
Dışarıda ister kış bir sonbahar gibi ılık
geçsin Kânunlar (Aralık, ocak ayları) içinde kızılcıklar sapsarı donanıp
asmalar filiz versin; ister kar adam
boyu yığılıp yolları örtsün, fırtınalar telgraf direklerini devirip
kasabanındünya ile alâkasını kessin, onlar iri
sac sobaların nar gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, ocaklarında kütükler
alevlenen yer odalarında hindi doldurup birbirine ziyafetler çekerek kendi
âlemlerinde kaygusuz yaşarlar, hudutlarından ötesini düşünmezlerdi.
Lâkin bu
sene çoktan beri başlıyan odun sıkıntısı artık kıtlık derecesini bulmuştu;
sobaların kızaracağı, odunların parlıyacağı şüpheliydi. Zira girdiği köyde
boynuzlu bir çift hayvan bile koymıyan yaman bir vebâ, bu civarı ile böğründe
bırakmış, her işi yüzükoyun sermişti. Onsekiz saat ötedeki ormanlardan kasabaya
odun indirecek acar öküzler nerede?
Derileri tulum, kemikleri tarlaların
etrafına çit olmuştu...
Muharebeye tesadüf eden bu yılda, zaten delikanlılar da
azalmış, köyler boşalmıştı. Merkeplerinin sırtına beş, on çürük dal vuran
kadınlar vaktiyle bir arabaya istedikleri parayı alamayınca mallarını satmıyorlardı.
Daha odununu alamamış, bir çare bulamamıştı. Bu sene odun kıtlığı çok can
yakacak, çok ocak söndürecekti.
İki sene için peşin para ile kiraladığı hamamı,
yakacak bulamadığından kapatmaya mecbur olan İlistir Nuri:
-Ah şu Maslaktaki
orman!... Ne etsek de köylüyü kandırsak? Kasabaya dört saat... Benim
hamama da yeter,
sizin evlere de!..
Diye iki de bir de söyleniyor, kimse bunun çıkar bir iş
olduğuna kanmıyordu. Zira içinde bir yatır,
yani bir mezar, bir evliya ve manevî silâhlariyle bu ormanı
hükûmetin korucularından ve yasaklarından daha iyi koruyordu. Bir dalı
kopmamış, bir ufak kütüğüne balta dokunmamıştı. Dağların ağaçlarla örtülü
olduğu feyiz zamanlarından yadigâr gibi kalmış; çıplak tepeler, kayalı yamaçlar
arasında gözleri dinlendiren yayvan gölgesiyle bütün ovaya bir şirinlik
vermişti.
Yanındaki köy halkı, Maslaklılar, iki gün öteden odun getirir, tezek
kurutur, saman yakar, yatırın malikânesine dokunmayı hatırından geçirmezdi.
Mescidin mimberini yakmakla bu ormanın ağacını baltalamak arasında bir fark
görmüyorlardı. Hele biri, bir yabancı ilişsin alimallah, hükûmet zindana atacak
olsa: bile gene parçalarlardı.
Bu, küçük bir çam ormanı idi. Yazın kasabanın
boğucu sıcağından kaçanlar gelirler, çadır kurarak gölgesinde seringünler
geçirirlerdi. Tam ortasında minimini bir kaynak yaz kış artıp azalmıyan reçine
kokuluberrak sızıntısiyle bu ziyaretçilere iştah, şifa verirdi. Suyun yanında dedenin kabri vardı. Halk
özenmiş, bezenmiş, mezarın etrafına yeşil boyalı bir tahta parmaklık çekmişti.
Gül dikmişler fener de koymuşlardı. Tam baş tarafında
güneşsizlikten büyüyemiyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti.
Renk renk paçavralarla donanmış olan iğri büğrü dalları onu,
sıcak memleketlerin yaz kış çiçeğini dökmiyen tuhaf bir fidanına benziyordu.
Fenerin altındaki taş, çıra isinden kararmış şem'alı(Sert yerlere sürtünce
yanan bir cins) kibrit uçları yapışarak, mumlar eriyip taşarak kirlenmişti.
Devrilmiş bir pirinç şamdan, dipleri kırık iki, üç kandil mütemadiyen dökülen
kuru çam yapraklariyle her gün biraz daha örtülüyordu.
Yıllar yaşamış, yorgun
edâlı, bezgin sesli çamlar bu ıssız kabrin başına dolmuşlar, en sâkin havada
bile işitilen ahret fısıltılariyle dervişler gibi,, biteviye zikrederlerdi.
Ormanın bu en loş, en kuytu parçasında öbür dünyayı hatırlatan, insanı ölüme
yaklaştıran, gönlüne üzüntüler veren bir hal, dinî bir tesir vardı.
İşte İlistir Nuri'nin Maslaktaki orman dediği bu çam korusuydu.
İlistir, memleket lisanında süzgeç demektir. Bu lâkap belki
yüzünün delik deşik denecek kadar
çiçek bozuğu olmasından verilmişti.
Vaktini kahvelerde, gezmelerde, rakı âlemlerinde geçirir,
işsiz güçsüz yaşardı. Kendine mahsus bir kuşak sarışı, bir püskü sarkıtışı,
hele diz kapaklarını dik dik tuta tuta topalımsı bir yürüyüşü vardı ki; Kasaba
halkını katıltırdı.
Zaten herkesin mizacına göre şerbet verdiğinden bütün kaza
halkının dostu, her eğlencenin davetlisi, her yolcunun kılavuzuydu.
Kasabaya inen yabancılar karşılarında onu bulurlar,
bildiklerini ona söylerler anlıyacaklarını ondan öğrenirlerdi. Etraftaki üç
vilâyetin haberlerini fazla, fazla ilâvelerle büyütüp kahve kahve yayan hep
Nuri idi. Kirk yılda bir, iş tutayım demiş; hamamcılığa karar vermiş, fakat
odun yokluğuna rasgelerek bu aksilik onu bir daha kâr peşinde koşmaktan
vazgeçirmişti. Bir care bulamazsa hamam, ona tarlalarıni sattıracak, İlistir'i
batıracaktı.
Haftalardan beri arıyor, dalgın dalgın dolaşıyordu.
Arkadaşları şakalaşıyorlardı:
-Şeytanın bilmediğini
bilirdin sen İlistir, hâlâ ormana bir çark takamadın mı? Diyorlardı.
Teşrinievvel (ekim ayı) içinde fırtınalı bir yağmur iki
günde ağaçları yapraklarından soymuş, civar dağların tepelerine kardan beyaz takkelerini
giydirmişti. Tüten soba boruları, buğulanan camlar, gocuklu insanlarla kasaba
kış halini almıştı.
Galiba, bu sene, soğuk aman dedirtecekti. Bu taraflarda,
bazan, ne sürekli, ne inatçı bir kış olurdu. Bembeyaz, dümdüz ova ortasında
kasaba her gün biraz daha gömülerek insana âdeta, böyle örtüle ezile, siline
ufala bitecek, bahar gelince eriyen karların içinde bulunmaz olarak hissini verirdi.
Nisan yağmurlarına kadar böyle yarı saklı, yarı canlı bir ömürle bekleyen
kasabanın dolambaç, dar sokaklarında, dört, beş ay hayat, hareket kesilir; ne
kağnılar geçer, ne manda sürüleri dolaşır, ne at şakırtıları duyulurdu.
Yalnız, bazı günler bir tabut arkasında mezarlığa yollanan
ufak bir kalabalık karları hışırdatarak, öksüre öksüre isteksiz, lâkırdisız
geçip giderdi. Sonra gene sükût, karların büsbütün derin, korkunç ettiği bir
durgunluk, deniz gibi gelir, bu sisli izi çarçabuk örterdi.
Kasabaya, böyle günlerde, bir hayat, biraz can veren
bacalardı. Rüzgârın önüne katılarak yassılana uzana, genişleye serpile daima
hereket eden dumanlar, uzaktan, bu donmuş ova ortasında kemiklerinin içi
titreyen garip yolculara ne keyifli görünürdü.
Halbuki bu sene bacalar eskisi gibi taşa taşa tütmiyecek,
ocak içleri rüzgârlara karşı meydan okuyarak alevlene alevlene homurdanmıyacaktı.
Bir gün Nuri sevinçli
bir yüzle kahveden içeri girdi, oturan halkı çekmece başındaki mal sahibine
şöyle bir daire işaretiyle göstererek:
-Yap ağalara benden
birer kahve!.. Dedi.
Ne olmuştu? Soranlara :
-“ Hiç”diyordu, “öyle de battık,
böyle de, bari ahbap
kazanalım!...”
Öbürleri şüpheleniyorlar : [Bir iş çevirdi amma nasıl anlasak] diye düşünüyorlardı. Anlaması
uzun
sürmedi; ertesi gün gelen bir haber kahvelerde çalkalandı,
halkı dışarı uğrattı: Maslak ormanından,
hemen de yatırın tam etrafından beş at çam kütüğü gelmiş, doğruca İlistir'in hamamına istif edilmişti.
İşitenler :
-Etme be, gerçek mi?
Diye şaşarak fırlıyorlar, bakmaya gidiyorlardı. Haber doğruydu. Külhanın iştihasını
getirecek kadar çıralı, kalın, sağlam kütükler birbirlerine dayanmış; çiseleyen
yağmurun altında yağlı vücutlarından güzel bir koku bırakarak bekliyorlardı.
İlistir , kasabanın pazar yerinde bir sabah Abdi Hocaya rasgelmişti. Abdi
Hoca, Maslak köyünden aksakallı, yeşil sarıklı, titiz, sofu bir adamdı.
Elinden tesbih, ağzından dua düşmezdi. Ahalinin büyük bir kayıtsızlıkla [Çiçek] ismini verdikleri frengiye nefes eder, tütsü yapardı.
Zelzele gibi, kolera ve muharebe gibi felâketleri evvelden
haber vermek, kışın şiddetini yazdan, yazın kurağını kıştan anlamak gibi
kerametimsi halleri onu yalnız köyde değil, kaza dahilinde bile nüfuzlu bir
mevkiye çıkarmıştı.
İstanbul zelzelesini ayni gün, aynı saatte gûya hissetmiş, kahvedeki minderli,
postekili hususî köşesinden yarı uyku, yarı vecid (Kendinden geçme) içinde
sessiz dururken birden :
-Aha yazık oldu gözüm
yere... Diye haykırmıştı. Belki bunu kasabada Belediyenin yıktırdığı eski
kadı köşkünü hatırlıyarak söylemişti; fakat ertesi günü
vak'ayı öğrenen köylüler gezdikleri yerde Abdi
Hocanın :
-Aha yazık oldu gözüm
memlekete... Dediğini yaymışlardı. Onlar hocalarıyie övünürlerdi. İşte İlistir'in
rasgeldiği Abdi Hoca böyle yarı ermiş
bir köylüydü. Hemen koşup elinden öptü, boynunu büküp durdu. Hoca bu hürmete
mukabil tesbihsiz sol eliyle İlistir'in
arkasını sıvadı, geçti. Fakat bu tesadüf Nuri'nin
zîhninde derhal bir zıydınlık hâsıl etti; sanki haftalardan beri kafasının
içini çekmez bir ocak
gibi dolduran işler, dumanlar sıyrılıp gitti, bir açıklık oldu.
[Acaba, diyordu, kandırabilir miyim?]
Geri döndü, pazar yerini altüst ediyor, aranıyordu, nihayet
gördü. Abdi Hoca, halkın selâmlarına yarıbuçuk cevaplar vererek ağır ağır gidiyordu.
Koştu, bir şey söylemek ister gibi önünde durdu. Elleri göğsünde, gözleri
yerde, korkar gibi bekliyordu.
-Ne var İlistir, bir
müşkülün mü var?
İlistir ara sıra, alay çıksın diye hocaya leyleklerin hakikaten
hacı olup olmadıklarına, domatesin
hınzır eti kadar günah sayılıp sayılmıyacağına dair zor
sualler sorar, tâ köye kadar yollanarak ırmak boyunda bu sene kırağı yağacaksa
boş yere bağları belletmiş olmamak için danışmaya geldiğini söylerdi. Fakat
bunları o kadar ustalıkla, belirsiz yapardı ki hoca kanar, İlistir'i kendi
kerametine
inananların en sadığı sayardı. Bu gün :
-Söyle bakalım, ne
danışacaksın?
Sualine karşı biraz kekeledikten, öksürerek vakit
kazandıktansonra anlattı :
Üç gecedir biteviye rüyasında kendisini karanlık, sık bir
orman içinde kaybolmuş görüyormuş; amma
ne orman?..
Sağına dönüyor, ağaçlar önünü kapatıyor, soluna koşuyor,
dallar ayaklarına dolanıyormuş... Kan ter içinde böyle uğraşırken birden
karşısında beyaz arakiyeli, yeşil cübbeli, nur yüzlü bir ihtiyar peyda oluyor :
-Bekle oğlum, Abdi
Hoca yakında seni de refaha çıkaracak, beni de... Diyormuş...
Böyle uyanıyor, bakıyormuş ki sabah ezanları okunuyormuş.
Merak etmiş, Kadirî şeyhine uğramış
anlatmış! bir iyi dinledikten sonra demiş ki :
-Bunu git ehlinden,
hocandan sor; elbette Maslak Dede benden, senden evvel o cennetlik zata
malûm olmuştur.
Evliyalar karanlık, izbe yerlerden, illâ çam korusundan hiç hazzetmezler. Onlar
servi ile gül severler; vaktiyle ben Malatya'da dervişken bir veli hepimizin
rüyasına girer, [Ferahlatın beni !] diye
seslenirdi. Türbesinin etrafındaki ağaçları baltalamadıkça bizi rahat
bırakmadı: Belki bu
da öyle bir şeydir, Allahü âlem bissevab... Ben de üç gecedir ayni rüyayı görüyorum...
Yine Abdi Hoca bilir...
Abdi Hoca şaşalıyarak dinliyordu. İlistir vakit kaybetmeden
saf bir çehre ile hemen sordu :
[Hocaya da malûm
olmuş muydu?]
Bunu merak ediyordu. Ilistir Nuri'nin bu sade, fakat cevap
istiyen suali karşısında hoca yutkundu;
düşündü.
Hayır, diyemezdi, İlistir'e, Kadirî şeyhine, belki de daha başkalarına görünen velinin ona
daha evvel görünmesi icap etmez miydi?
Hem mademki onlara da Abdi
Hocanın ismini vererek zâhir olmuştu, vukufsuz görünmek dalbudak salan
şöhretine tâ dibinden bir balta vurmak demekti...
İyisi mi, baltayı
ormana vuracaktı; hem çoktandır köylünün şurada burada yapıp gezeceği
ehemmiyetli bir iş, bir kerâmet göstermemişti, ara sıra kendisinden
bahsettirmezse unutulacağı şüphesizdi; bu
bir vesile idi; istifade etmeliydi.
Mânalı yapmıya çalıştığı bir tebessümle, vakarını bozmadan İlistir'in arkasını bir daha sıvadı :
-Sen rahat ol, oğul.
Ben dedenin emrini çoktan aldım!... Dedi;
dudaklarında tehlil, parmaklarında tesbih, uzaklaştı, İlistir,
sevincinden bastığı yeri görmiyerek koştu, kahveye kendini attı ve bildiğimiz
gibi .
-Yap ağalara benden
bir kahve!... Diye haykırdı. Ertesi gün, Maslak köylüsü, Abdi Hocanın :
[Haydi evlâtlar, bize vazife göründü!] mukaddemesile (Başlangıç)
verdiği emri, itirazı hatırından
geçirmeden yerine getirmeğe koşmuşlar, asırlar görmüş
azametli çamlara, dini bir tevekkül ve sevinçle baltalarını sallamışlardı.
Akşama mezarın
etrafında iki dönüm kadar yer açılmıştı. Odunun fazlasını satarak türbeye
bir lâhit yaptırmayı düşünürlerken İlistir yetişmiş, hemen pey sürerek
elli at yükünün pazarlığını bitirmişti. Işte külhanın önüne yığılan odunların
hikâyesi bu idi.
Lâkin bir defa kudsiliği ve ruhaniliği kaybolan
mezar, artık eski
kuvvetini gösterememiş, baltaların hücumundan bu yakın ormanı kurtaramamıştı. O
güzel çam korusundan üç sene çıplak bir tepe He çıplak bir mezar kalmıştı.
Kaynak bile damlalarını azalta azalta nihayet, bir temmuz içinde kurumuş,
kaybolmuştu;
sanki o reçine kokulu parlak suyunu çamların damarlarından
çekip çıkarıyor, çamların usaresini
topluyordu. Hatta Rumeli
muhacirleri daha ileri varmışlar, bir karlı gecede türbenin yeşil
parmaklarını da sökmüşlerdi. Bunu işiten Abdi Hoca :
-Dünyanın şerri
arttı, Maslak Dede artık bizden elini çekmek, nam ü nişanını kaybetmek istiyor.
Diye tevile kalkmıştı amma, şöhreti gittikçe azaldığından
buna kulak asan olmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder