İftar sofrasına oturmadan önce okuyun!
Biz oruç tutanlar da yemeksiz kaldık mı hiç, Hacı Örüç gibi? Ekmek eve getiremeyince çocuklarımızdan utandığımız oldu mu? Ağladık mı, bir parça ekmek için? Ramazanın en büyük dramına birde bu gözle bakın!
Alıntıdır
Hacı Örüç, kırk yaşlarında. Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde yaşar. Seyyar satıcılık, başka deyimle tablacılık yapar. Dört çocuğuna ve bir de onlara bakan karısına ekmek yetiştirmeye çalışır.
Akşam, iftarını yapmak üzere eve döner. Elinde yiyecek ve içecek namına hiçbir şey yok. Kapıyı çalar, hanımına gülümser, acıyla. Etrafına çocukları doluşur, içini kemiren bir kurt var. Ama bunu dışa vurmaktan korkar. Sonunda hanımına “yemekte ne var” der.
Her koca gibi o da eşinin yemeklerini merak eder belki de. Ya da söz olsun diye söyler bunu. Çünkü evde pişirilecek hiçbir şeyin olmadığını o da bilir aslında. Belki de bunu duymak istemiyor ya da “Allahtan umut kesilmez, bir Allah dostu bize el uzatmıştır” diye geçiriyordur içinden. Milyonlarca oruçlunun yaşadığı bir ülkede yoksunluğunu gören birinin olabileceğini düşünmüştür.
Hacı Örüç, karısından “yemek yok” cevabını alır. Karısı bunu kim bilir nasıl bir edayla söyledi. İçi acıyla burkuldu. Bu söz Hacı Örüç'ün içine bir hançer gibi saplandı. Üzüldü, yüzü gölgelendi, morardı, hayat belirtileri kayboldu. Yaşadığına pişman oldu. İçinden “benim gibi evine iftar ekmeği bulamayan babaya lanet olsun” dedi.
Çocuklarına dönüp baktı. Odanın bir köşesine sinip kalmışlardı. Açlıktan süzülmüşlerdi. Bir deri bir kemik kalmışlardı. Üzüntüsü bin kat arttı. Babalığından daha da utandı. Yer yarılsa içine girsem deriz ya, o da öyle geçirdi içinden. Çocuklarına yöneldi. Dördünü birden kucaklamaya çalıştı.
Gözlerini tutamadı. İçinden kopup gelen üzüntü ve öfkeyle ağladı. Öptü onları. Sessizce ağladı.
İçinden gittikçe köpürüp büyüyen derin üzüntü dalgası bütün bedenini esaret altına altı.
Kendini can havliyle başka odaya attı.
Sessizce ve usulca önceden kafasından geçirdiğini yapmaya başladı. Çünkü evine, çocuklarına yemek getiremeyen bir babanın daha fazla yaşamaya hakkı olmadığına inanmıştı. İftarda çocuklarını aç bırakan bir babanın daha fazla yaşamaması gerektiğini düşünüyordu.
Önceden tuttuğu ipi bir köşeden bulup çıkardı, tabanda uygun bir yer arayıp buldu, sonra hiç tereddüt etmeden boynundan geçirdi, arkasından şehadetini ve “Allah’ım beni affet” dedi. Ayakları altında duran sandalyeye bir ayağıyla hızlıca vurdu ve ağzından son kelimeler çıktı: “ekmeksiz iftar”
Peki biz oruç tutanlar da yemeksiz kaldık mı hiç, Hacı Örüç gibi? Ekmek eve getiremeyince çocuklarımızdan utandığımız anlar oldu mu? Ağladık mı, bir parça ekmek için? Oysa ne kadar da çok ağız dolusu sepetlerle enva-i çeşit yiyecek taşırız marketlerden. Saray yavrusu kasırlarda ve beş yıldızlı otellerde ne güzel iftarlar yaparız! Çocuklarımıza oruç tuttukları için bir dediklerini nasıl da iki etmeyiz. Çorbasından tatlısına kadar ne hoş yemekler dizeriz iftar soframıza!
Steril Müslümanlık yaratırız kendimize! Günahlardan, yoksulluklardan, suçlardan ve tehlikelerden uzak! Halbuki bu steril sitelerimiz, özel okullarımız, kolejlerimiz, zenginliğimiz ne kadar da çok tehlikeler, hastalıklar ve günahlarla dopdolu!
Zenginliğin ve varlığın, iktidar ve gücün, içinde gizlenmiş nice yoksulluklarla yaşarız. Ahlakın, hissiyatın, paylaşmanın, vefakarlığın ve dürüstlüğün yoksulluğu bu her gün elimizde kayıp giden zamanın içine koyma gücünü kendimizde bulamamanın yoksulluğu bu. Hacı Örüç'ü görmemenin, duymamanın ve hissetmemenin yoksulluğu. Kalbin, gözün ve kulağın mühürlendiği ve tüm duyarlılıkların körleştiği yoksulluk.
Müslümanlığımızın yoksullaşıp günahlara karıştığı bu oruç zamanlarında bize düşen en büyük görev Hacı Örüç’lerin vebalinden kurtulmayı ummak ve bunun yolları üzerinde düşünmek.
Ergün YILDIRIM / Haber 7
drergun@hotmail.com
YAZIYI BEĞENDİYSENİZ , BUNU DA İLGİNÇ BULABİLİRSİNİZ :
"Açlığın fotoğrafları"
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder